AMORAL.MLL.FI.

3 Şubat 2008 Pazar

2006 GENÇ GAZETECİLER ÖDÜLÜ SAHİPLERİNİ BULDU

GENÇ GAZETECİLER ÖDÜLÜ SAHİPLERİNİ BULDU

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu 4. Ülke Programı çerçevesinde yürütülen Toplumsal Cinsiyet Projesi içinde Türkiye Gazeteciler Federasyonu ile birlikte düzenlediği yarışmada genç gazeteciler "Namus Cinayetlerinin Önlenmesinde Medyanın Rolü" konusunda basın, radyo ve televizyon için ürettikleri çalışmalarıyla yarıştılar.

Yarışmada; basın dalında Vatan Gazete"sinde yayınlanan "Çağdaş Töre Cinayetleri" adlı haberiyle Meltem Günay, televizyon dalında TV-A'da yayınlanan "Medya'nın Namusu" adlı programıyla Eylem Tuna – Ayçin Gelir ve radyo dalında ise Radyo-A'da yayınlanan "Töre Cinayetleri ve Medya" adlı programıyla İlker Aslan Yalçın birinci oldu.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu 4. Ülke Programı çerçevesinde Toplumsal Cinsiyet Projesi içinde Türkiye Gazeteciler Federasyonu'nun yürüttüğü bir çalışma çerçevesinde düzenlenen ve Türkiye'de ilk kez bütün basın yayın ve kuruluşlarında çalışan 35 yaşını aşmamış gazetecilere açık ve bu yıl üçüncüsü düzenlenen "Genç Gazeteciler Ödülü" adlı yarışma sonuçlandı. Konusu "Namus Cinayetlerinin Önlenmesinde Medyanın Rolü" olarak belirlenen ve Türkiye'de kadına karşı şiddetin ortadan kaldırılması için duyarlılık oluşturmayı amaçlanan yarışmada, basın dalında Vatan Gazete"sinde yayınlanan "Çağdaş Töre Cinayetleri" adlı haberiyle Meltem Günay, televizyon dalında TV-A'da yayınlanan "Medya'nın Namusu" adlı programıyla Eylem Tuna – Ayçin Gelir ve radyo dalında ise Radyo-A'da yayınlanan "Töre Cinayetleri ve Medya" adlı programıyla İlker Aslan Yalçın birinci oldu.

Türkiye Cumhuriyeti'nin dengeli ve sürdürülebilir kalkınmayla uyumlu bir nüfus yapısına ulaşmasına katkıda bulunmak ve toplumsal cinsiyetler arasındaki farklılıkları azaltmak hedefiyle Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından yürütülen dördüncü ülke programı çerçevesinde hayata geçirilen yarışmaya 18 medya mensubu 24 çalışma ile başvurdu.

Gerek yerel, gerekse ulusal düzeyde medyanın genç çalışanlarının '"Namus Cinayetlerinin Önlenmesinde Medyanın Rolü" durdurulması ve bu çerçevede yapılması gerekenler konusunda duyarlılığı artırmayı ve bu yolla kamuoyunun doğru ve etkili mesajlarla bilgilendirilmesi amacını da taşıyan yarışmada basın dalında ikinciliği Midyat Habur gazetesinde yayınlanan "Cinayet Kılıf; Namus" adlı haberiyle Mehmet halis İş, üçüncülüğü Doğunun Sesi Gazetesinde yayınlanan "Bir sarkacın iki Ucu" adlı haberiyle Dilşah Özdinç aldı.

Televizyon dalında ikincilik ödülü CNN Türk'de yayınlanan "Manken Olmak isterken Namus Çinayeti Kurbanı oldu" adlı programıyla Özgür Cebe'ye, üçüncülük ödülü ATV yayınlanan "Töre Cinayetlerine Rekor Ceza" adlı çalışmasıyla Celal Çiftçi'ye verildi.

Radyo dalında ise ikinci Üniversite FM'de yayınlanan ve meltem Kurtgel tarafından hazırlanan "İçimizdeki Kadın" adlı program, üçüncü ise Radyo İlef'te yayınlanan ve Anıl Sedalı tarafından hazırlanan "Töre Cinayetleri ve Medya" adlı program oldu.

Birincilerin diz üstü bilgisayar, ikincilerin digital fotoğraf makinesi, üçüncülerin ise cep telefonlu cep bilgisayarı ile ödüllendirileceği yarışmanın ödül töreni Aralık 2006 tarihinde Türkiye Gazeteciler Federasyonu'nun Çevre sok. No.35 adresindeki Merkezinde yapılacak.

http://www.gencgazeteciler.org/2006sonuc.asp

2005 GENÇ GAZETECİLER ÖDÜLÜ SAHİPLERİNİ BULDU

2005 GENÇ GAZETECİLER ÖDÜLÜ SAHİPLERİNİ BULDU

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu 3. Ülke Programı çerçevesinde Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen Savunuculuk Alt Programı kapsamında Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun düzenlediği "Genç Gazeteciler Ödülü" Yarışmasında, genç gazeteciler "Kadına Karşı Şiddete Son" konusunda basın, radyo ve televizyon için ürettikleri çalışmalarıyla yarıştılar.

Yarışmada;

basın dalında
Gazete Adana’da yayınlanan "Sezsiz Çığlık" adlı haberiyle Namık Kemal Yücel,

televizyon dalında
NTV’de yayınlanan "Hayatın Ritmi" adlı programıyla Ayzen Atalay ve

radyo dalında ise Radyo İlef’te yayınlanan "Zaman İçinde" adlı programıyla Nurgüzar Yalçın

birinci oldular.

Türkiye Gazeteciler Federasyonunun, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ile ortaklaşa yürüttüğü bir çalışma çerçevesinde düzenlenen ve Türkiye'de ilk kez bütün basın ve yayın kuruluşlarında çalışan 35 yaşını aşmamış gazetecilere açık "Genç Gazeteciler Ödülü" adlı yarışma sonuçlandı.

Konusu "Kadına Karşı Şiddete Son" olarak belirlenen ve Türkiye'de kadına karşı şiddetin ortadan kaldırılması için duyarlılık oluşturmayı amaçlayan yarışmada,

basın dalında Gazete Adana’da yayınlanan "Sezsiz Çığlık" adlı haberiyle Namık Kemal Yücel,

televizyon dalında NTV’de yayınlanan "Hayatın Ritmi" adlı programıyla Ayzen Atalay ve

radyo dalında ise Radyo İlef’te yayınlanan "Zaman İçinde" adlı programıyla Nurgüzar Yalçın

birinci oldu.

Türkiye Cumhuriyeti'nin dengeli ve sürdürülebilir kalkınmayla uyumlu bir nüfus yapısına ulaşmasına katkıda bulunmak ve toplumsal cinsiyetler arasındaki farklılıkları azaltmak hedefiyle Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından yürütülen 3. üncü Ülke Programı, Savunuculuk Alt Programı çerçevesinde hayata geçirilen yarışmaya 59 medya mensubu 64 çalışma ile başvurdu.

Gerek yerel, gerekse ulusal düzeyde medyanın genç çalışanlarının "Kadına Karşı Şiddetin" durdurulması ve bu çerçevede yapılması gerekenler konusunda toplumsal duyarlılığı artırmayı ve bu yolla kamuoyunun doğru ve etkili mesajlarla bilgilendirilmesi amacını da taşıyan Yarışmada

basın dalında ikinciliği Urfa İçin Hizmet gazetesinde yayınlanan "Töre Cinayetleri ve Berdel" adlı haberiyle Özcan Güneş, üçüncülüğü Milliyet Gazetesinde yayınlanan badlı haberiyle Gülçin Üstün aldı.

Televizyon dalında ikincilik ödülü Antalya 44/1 Antalya VTV’de yayınlanan "Gökkuşağı" adlı programıyla Betül Uysal’la,

üçüncülük ödülü ATV’de yayınlanan "Öğretmen Olmak İstiyordu Ama Yine Tarlada" adlı çalışmasıyla Celal Çiftçi’ye verildi.

Radyo dalında ise ikincilik Radyo İlef’te yayınlanan ve Dilşah Özdinç tarafından hazırlanan "Renkli Mevsimler Bahçesi" adlı program, üçüncülük Radyo İlef’te yayınlanan ve Gülhan Eyceöz tarafından hazırlanan "Kadınlık Rolleri" adlı programlara verildi.

Birincilerin diz üstü bilgisayar, ikincilerin digital fotoğraf makinesi, üçüncülerin ise cep bilgisayarı ile ödüllendirileceği yarışmanın ödül töreni Eylül 2005 tarihinde Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun Çevre sok. No.35 adresindeki Merkezinde yapılacaktır.

Celal Çiftçi BYEGM Vekili Sayın Salih Melek'ten ödülünü alırken

Gülhan Eyceöz BYEGM Vekili Sayın Salih Melek'ten Ödülünü Alırken

Ayzen Atalay Devlet Bakanı Nimet Çubukçu'dan Ödülünü Alırken

Nurgüzar Yalçın. Devlet Bakanı Nimet Çubukçu'dan Ödülünü Alırken

Özcan Güneş UNFPA Türkiye Temsilci Yardımcısı Sayın Tunga Tüzer'den ödülünü alırken

Gülçin Üstün BYEGM Vekili Sayın Salih Melek'ten Ödülünü Alırken

Betül Uysal UNFPA Türkiye Temsilci Yardımcısı Sayın Tunga Tüzer'den ödülünü alırken

Betül Uysal, Gülçin Üstün, Nurgüzar Yalçın, Gülhan Eyceöz,Salih Melek, Nimet Çubukçu, Tunga Tüzer, Nazmi Bilgin,Namık Kemal Yücal, Ayzen Atalay, oturan: Celal Çiftçi

http://www.gencgazeteciler.org/2005sonuc.asp

GENÇ GAZETECİLER ESERLERİYLE YARIŞTI (2004)

GENÇ GAZETECİLER ESERLERİYLE YARIŞTI

Türkiye Gazeteciler Federasyonu'nun Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ile birlikte düzenlediği yarışmada genç gazeteciler "toplumsal cinsiyet eşitliği" konusunda basın, radyo ve televizyon için ürettikleri eserleriyle yarıştılar.

Terzi söküğünü bu kez dikti "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" konulu yarışmada ipi kadınlar göğüsledi.

Yazılı Basın dalının birincisi Midyat'tan, Televizyon dalının birincisi İstanbul'dan, radyo dalının birincisi Ankara'dan çıktı.

Yarışmada; Gazete Dalında Midyat Habur Gazetesinde yayınlanan "Eşitlik Ama Nasıl" adlı haberiyle Mehmet İŞ, televizyon dalında TRT Televizyonunda yayınlanan "Toplumsal Cinsiyet Kimlikleri:Kadın" adlı programıyla Alev Çağlayan Altınbüken , radyo dalında ise Radyo Radyo'da yayınlanan "Sezsiz Çığlıklar" adlı programıyla Dilşah Özdinç birinci oldu.

Türkiye Gazeteciler Federasyonunun, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ile ortaklaşa yürüttüğü bir çalışma çerçevesinde Türkiye'de ilk kez düzenlenen bütün basın yayın ve kuruluşlarında çalışan genç gazetecilere açık yarışma sonuçlandı. "Genç Gazeteciler Ödülü" adıyla düzenlenen yarışmanın, konusu "Toplumsal Cinsiyet Eºitliği" olarak belirlenmiºti. Yarışmayla aynı zamanda Türkiye'de kadın ve erkekler arasında cinsiyetten kaynaklanan ayrımcılığın giderilmesine dönük duyarlılığın artırılması da amaçlandı.

Türkiye Cumhuriyeti'nin dengeli ve sürdürülebilir kalkınmayla uyumlu bir nüfus yapısına ulaşmasına katkıda bulunmak ve toplumsal cinsiyetler arasındaki farklılıkları azaltmak hedefiyle Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından yürütülen üçüncü ülke programı çerçevesinde hayata geçirilen Genç Gazeteciler Ödülü yarışmasına 52 gazeteci, 63 adet eser ile başvurdu.

Gerek yerel, gerekse yaygın düzeyde medyanın genç çalışanlarının kadın ve erkek cinsiyetlerinin toplumsal düzeyde eşitliği konusunda duyarlılığını artırmayı ve bu yolla kamuoyunun doğru ve etkili mesajlarla bilgilendirilmesi amacını da taşıyan yarışmada ödüller basın, radyo ve televizyon dallarında verildi.

Yarışmanın birincileri,

Basın dalında
Mehmet İŞ
Midyat Haburda yayınlanan "Eşitlik Ama Nasıl" (Haberi okumak için tıklayınız)

Televizyon dalında
Alev Çağlayan Altınbüken
TRT 2'de gösterilen "Toplumsal Cinsiyet Kimlikleri:Kadın I ve II"

Radyo dalında
Dilşah Özdinç
Radyo Radyo'da yayınlanan "Sezsiz Çığlıklar"

haberleriyle diz üstü bilgisayar almaya hak kazandılar..

Yarışmanın ikincileri,

Basın dalında
Hanife Baş
Hürriyet İnsan Kaynakları Gazetesi'nde yayınlanan "Söz Kızlarda"(Haberi okumak için tıklayınız)

Televizyon dalında
Irmak Zileli
Ulusal Kanal'da yayınlanan "Kürtaj Yasası ve Değişiklik Taslağı"

Radyo dalında
Gökhan Turgut'un
Radyo İlkadım Samsun'da yayınlanan "Dokuzdan-10'a"

adlı programlarıyla digital fotoğraf makinası almaya hak kazandılar..

Yarışmanın üçüncüleri,

Basın dalında
Nurgül Günaydın
Kurum'un Karadeniz Gazetesi'nde yayınlanan "Yolumuz Çok Uzun"(Haberi okumak için tıklayınız)

Televizyon dalında
Ceyda Tanyeli
VTV-Antalya'da yayınlanan "Dram-Nurten Akman"

Radyo dalında
Burçak Büyükfidan
Radyo Radyo'da yayınlanan "Medyada Etek Pantolon Farkı"

programlarıyla cep bilgisayarı almaya hak kazandılar..

BASINDA TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ













































BASINDA TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ
Sabah Gazetesi26 Kasım 2003
Cumhuriyet Gazetesi25 Kasım 2003
Cumhuriyet Gazetesi25 Kasım 2003

Sabah Gazetesi
Sabah Gazetesi
Hürriyet Gazetesi 8 Kasım 2003
Milliyet Gazetesi25 Kasım 2003
Milliyet Gazetesi2 Aralık 2003
Milliyet Gazetesi23 Kasım 2003
Posta Gazetesi28 Kasım 2003
Posta Gazetesi28 Kasım 2003









CİNSİYET ROLLERİNİN KADININ GÜNLÜK YAŞAMINA ETKİSİ




Dünyadaki her toplum kadın, erkek, kız ve erkek çocuklarının davranışlarını etkileyen ve aktivitelerini yöneten cinsiyet rollerini belirlemiştir.Örneğin; kadın ev işleriyle uğraşır, pembe renk giyer, bebekle oynar. Erkekler ise ekmek parası kazanır, mavi giyer, araba ve silahlarla oynar gibi...


Bu nedenle sağlık ve hastalığın sosyal boyutlarını anlamaya yönelik araştırmalar cinsiyet rollerinin hem ev içinde hem de ev dışında günlük yaşamdaki etkilerinin sistematik olarak analizini içermelidir. Örneğin; ev içi rollere bakıldığında ağır ev işlerinin fiziksel sağlığa etkileri yeterli bir şekilde açıklanmamıştır. Bu özellikle fiziksel yük alma ihtimalinin daha fazla olduğu kırsal alanlarda önem kazanmaktadır. Ayrıca iş sağlığı ve güvenliği yasası olan ülkelerde her iki cinsiyet için uygun görülmeyen yükleri taşımak çoğunlukla yine kadına düşmektedir. Örneğin; ev içinde temizlik malzemeleri kullanımında bilgi eksikliğine bağlı kimyasal maddelere maruz kalma riski; mutfakta su, sanitasyon, yiyecek hazırlama ve saklama, alet ve edavattaki yetersizlikler kadınları artan iş yükü, kesilmeler, yanıklar, düşmeler, ev içi hava kirliliğine ve ergonomiden kaynaklanan problemler yaşama ihtimalini yükseltmektedir. Ayrıca mutfaktaki bu yetersizliklerin etkisinin yiyecek güvenliği, ev hijyeni ve kaza riski olarak bütün aile üyelerini de etkileyeceği de gözardı edilmemelidir. Yine bütünüyle ev içi hava kirliliği bebeklerde ve 5 yaş altı çocuklarda akut solunum yolu enfeksiyonlarına yol açan bir faktör olduğu gibi dünyanın bazı fakir ülkelerinde de kadınlarda görülen kronik solunum rahatsızlıklarından ve kalp hastalıklarından da sorumludur.


Kadının ev yaşamı da (ev hanımı rolü) mental sağlığını riske sokabilir. Gelişmiş olan ülkelerde yapılan çalışmalarda çocuklarına bakmak için evde yalnız kalan kadınlarda depresyon görülmesinin mesleki bir tehlike olduğu düşünülmektediir. Toplum incelemesinde ise full-time ev kadınnnı meslek sahiplerinde boşluk, karamsarlık ve dengesizlik duygularının daha yaygın olarak görüldüğü saptanmıştır. Bu konudaki çalışmaların az olmasına karşın diğer kültürlerde de ev hanımlarında anksiyete ve depresyonun nedeni olduğu hızla artan bir şekilde kabul edilmektedir. Bunun nedenlerinin ekonomik ve sosyal destek eksikliğinden, izolasyon ve ev işlerine verilen değerin az olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir.


Farklı roller için farklı değer verme; kadınların ve erkeklerin sağlıklarını sürdürmek için gerekli olan materyal ve emosyonel kaynaklara eşit ulaşım hakkına sahip olmadıklarını ifade eder. Dünyanın bazı bölgelerinde gelir, gıda ve tıbbi bakımın ihtiyaca göre dağıtılmadığını gösteren kanıtlar vardır. Bir çok toplumda kültürel normlar, evdeki erkeklerin daha yüksek statü ve daha yüksek karar verme gücünün yanısıra başlıca gelir ve sağlık payına sahip olduğu da görülmektedir. Kadınların "bakım verme rolleri" ofis işleri, hizmet endüstrisi ve hemşirelik gibi kadınların predominant olduğu formal iş alanlarında kendini gösterir. Bu alanlarında güçlü bir bakım verme ve hizmet verme komponenti mevcuttur. Kadınların, yaşamadığı halde pozitif duygular gösterme zorunluluğu ya da negatif duyguları bastırması gerekebilir. Böylece duyguların inkar edilmesi benlik kaybına neden olabilir.


Dünyada milyonlarca kadın üreme sorumlulukları ve ev içi görevler yanında bir de ekonomik aktivitelerde yer alır. Dünya çapında yapılan istatistiklerde kadınların %40.0'ının kadınların dominant olduğu informal sektörlerde çalıştığı ancak bunun kayıtlara yansıtılmadığı gerçeği öne sürülmektedir.Bazı kadınlar bu iş alanlarına temel gereksinimlerini karşılayarak genel durumlarında iyileşme sağlanması, özgüvenlerinin yükselmesi ve geniş bir sosyal ilişki ağına sahip olmak için girmektedirler. Ancak çok az ekonomik ve sosyal destek kaynağına sahip olan yoksul kadınlar, iş alanındaki cinsiyet ayrımcılığının sürmesi, vasıfsız kadın elemanların sayıca artması, düşük ücretli işlerde kadınların yoğunlaşması, fazla sorumluluk almakla birlikte denetleme yetkilerinin olmaması nedeniyle bu güçlerden faydalanamazlar. İnformal sektördeki işlerde çalışma saatleri belirli ve kontrollüdür. Ancak ev içi işlerde ise kadınlar aşırı şekilde sömürülmekte hatta köleleştirilmektedir. Daha da önemlisi kadınların ücretli işlerde çalışması onları ev içi işlerden kurtarmaz.Kadınların bir çoğu aynı zaman sürecinde çocuk doğurma ve bakımı, yaşlı ve bağımlı bireylerin bakımıyla birlikte ekonomik aktivitelerin içinde de yer alırlar.Sonuç olarak da boş zamanları erkeklerinkinden çok daha azdır. Türkiye'de ekonomik faaliyetlere katılımın en yoğun olduğu 30 - 39 yaş grubundaki kadınların yalnızca %39'u "çalışan" olarak sınıflandırılmıştır. Oysa bu oran; aynı yaş grubundaki erkeklerde %98'dir. Devlet İstatistik Enstitüsünden elde edilen verilere göre 1994 Yılında kamu görevlisi olarak çalışan kadınların yarısı eğitim sektöründeydi ve yükseköğrenim kurumlarındaki personelin %33'ünü kadınlar oluşturmaktaydı.Gene aynı yıl kadınların %64'ü ücretsiz aile işçisi konumundaydı ve nüfusun yalnızca %1'i kendi işlerinde başkalarını çalıştırmaktaydı. DİE verileri (1995) kadın işçilerin % 71.3'ünün tarım sektöründe olduğunu göstermektedir. Buna karşılık erkek işçiler arasında tarım sektöründe çalışanların oranı %33'dür. Tarımsal emeğin çok daha az olduğu kentsel alanlarda, kadın iş gücü erkek işgücüne göre daha sınırlıdır. Örneğin; işgücüne katılımda kadın/erkek oranı kentsel alanlarda ¼ iken kırsal alanlarda1/2 'dir. Bunun yanısıra, erkeklerle kadınların aynı eğitim düzeyine sahip oldukları durumlarda bile eşitsizlikler görülebilmektedir. Örneğin: lise eğitimi görmüş erkeklerde iş gücüne katılım oranı %75.1 iken, aynı eğitim düzeyine sahip oldukları durumlarda bile eşitsizlikler görülebilmektedir. Örneğin; lise eğitimi görmüş erkeklerde iş gücüne katılım oranı %75.1 iken, aynı eğitim düzeyindeki kadınların iş gücüne katılımı yalnızca %36.2'dir. Eğitimin ya da mesleki becerilerin sınırlılığıyla birlikte kültürel nedenler, kadınların formal sektörde istihdam edilen iş gücüne tam katılmalarını engellemektedir.

Prof. Dr. Ayşe AKIN



TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ


TOPLUMSAL CİNSİYET

Kadın ve erkek cinsleri arasında doğanın belirlediği farklılıkların dışında, iki cins arasında toplumsal düzlemde oluşturulmuş ve yerleşmiş farklılıklar olarak tanımlanabilecek toplumsal cinsiyet kavramı, aynı zamanda, iki cins açısından belirlenmiş ve benimsenmiş toplumsal rollere de işaret eder. Daha doğum öncesinde kız bebeklerin eşyaları için pembe, erkek bebeklerin eşyaları için mavi rengin tercih edilmesiyle başlayan süreç, erkeklerin ve kadınların yapabileceği işler konusunda da yapay ayrımlar üretir. Bu çerçevede erkek cinsiyeti ile kadın cinsiyeti arasında toplumsal yaşama katıIma düzeyi açısından farklılıklar oluşur. Sayısal bakımdan eşit olmakla beraber iki cinsin toplumsal alanda temsiliyetleri farklılaşır. Kadın cinsiyeti daha çok ev gibi özel alanda kalırken, erkek cinsiyeti dışarıda her türlü kamusal alanda kendini ifade eder. Çalışma yaşamından, siyasete, sivil toplum örgütlenmesinden, eğitime kadar her türlü kamusal alanda iki cins temelindeki bu görünüm toplumsal cinsiyet eşitsizliğini oluşturur.

TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI

Bu yazı kapsamında toplumsal cinsiyetle ilgili bazı tanımlamaların yapılması ve toplumsal cinsiyet kavramının sağlığa, özellikle de üreme ve cinsel sağlıkla ilgili etkileri ele alınacaktır.

Günümüzde de geçerli olan, Dünye Sağlık Örgütünün 1948 yılındaki tanımına göre sağlık; "sadece hastalık ve sakatlığın olmaması değil, bireyin fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir." Bireyin bu tanımda belirlenen her üç yönü açısından önemli olan- olabilecek bütün faktörlerin "sağlık" yönünden mutlaka üzerinde durulması gerekir.İşte cinsiyet ve toplumsal cinsiyet konuları bu bağlamda düşünülüp değerlendirilmelidir.

Tanımlar:

Cinsiyet (sex): Kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleridir.

Toplumsal cinsiyet (gender): Kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade eder.Toplumsal cinsiyet biyolojik farklılıklardan dolayı değil, kadın ve erkek olarak toplumun bizi nasıl gördüğü, nasıl algıladığı, nasıl düşündüğü ve nasıl davranmamızı beklediği ile ilgili bir kavramdır.

Toplumsal cinsiyette eşitlik ( gender equality): Fırsatları kullanma, kaynakların ayrılması ve kullanımında, hizmetleri elde etmede bireyin cinsiyeti nedeniyle ayrımcılık olmaması/yapılmamasıdır.

Toplumsal cinsiyette hakkaniyet (gender equity): Kadın ve erkek arasında sorumlulukların ve kazançların dağılımında adalet ve hakkaniyetin olmasıdır.Bu kavramda, kadın ve erkeğin farklı gereksinimi ve güçlerin olduğu kabul edilmektedir.Bu farklılık belirlenerek iki cinsiyet arasındaki dengeyi düzeltecek şekilde gerekenlerin yapılması benimsenmektedir.

"Toplumsal Cinsiyet - Gender" Kavramı:

Biyolojik, genetik anlamda kadın ve erkek olmak üzere iki cinsiyet varddır, bu bağlamda bu iki cinsiyeti ayıran ise onların üreme sistemleridir.Anatomik ve hormonal değişimlere göre birey cinsiyetlerden birine ait olur.Kadın ve erkeği tanımlamada önemli olan diğer bir faktör de kadın ve erkeğin değişik kültürlerdeki tanımlamalarıdır ki buna gender – toplumsal cinsiyet denilmektedir.Biyolojik cinsiyetin aksine, toplumsal cinsiyet farklılığı, sosyal yapılandırma sonucu oluşmaktadır ve değiştirilebilinir.Pek çok toplumda kadın ve erkek farklı yaratıklar olarak görülmekte ve her birinin kendine ait imkanları, rolleri ve sorumlulukları olduğu kabul edilmektedir.Bunun en açık göstergesi kamusal alanda çalışma ve politika "doğal" olarak erkek; ev işleri ve aile ile ilgili özel alanlar "doğal" olarak kadın işidir görüşünün bir çok toplum tarafından benimsenilmiş ve uygulanıyor olmasıdır.Toplumsal cinsiyet ayrımları hem kadınların hem de erkeklerin yaşamını şekillendirir ve sonuçta bu çeşitlilik sadece farklılıktan daha fazla anlam taşır.Öyle ki: kadın kategorisinde olma erkek kategorisinde olmaya göre, kadınların kaynaklara daha az ulaşmasını ve elde etmesini haklı gösterir.Bu eşitsizlik en belirgin olarak gelir ve servet dağılımında kendini gösterir.Bugün dünyadaki yoksulların %70'ini kadınlar oluşturmaktadır.Yoksulluğun feminizasyonu olarak tanımlanan bu durum, hem zengin hem de fakir ülkelerde mevcuttur ve çalışma yaşamında kadınların eşit olmayan durumunu ve ev içindeki düşük statülerini yansıtan bir göstergedir.Bir çok kadın çalışma imkanı bulamazken, çalışan kadınlar ise ancak erkek kazancının ortalama ¾'ü kadar ücret kazanmaktadırlar.

Bu tür ayrımcılığın yanı sıra toplumsal cinsiyetle çok yakından ilgili olarak kadının yaşamına, "kadın olmaya" kültürel yönden daha az değer verilmesi söz konusudur ki bu da, kadın sağlığını olumsuz etkiler.Örneğin; evde yapılan iş ücretli olarak yapılan işten daha az değerli sayılır.Aileler ve toplum tarafından kadınlara ve kız çocuklarına verilen düşük değer, global istatistiklerde okur - yazarlık durumunda belirgin olarak kendini göstermektedir.Geçen yirmi yılda önemli atılımlar yapılmasına rağmen hala ilkokula başlamayan 130 milyon çocuğun çoğunluğunu (2/3'ünü) kızlar oluşturmaktadır. Ayrıca hala 1 erkeğe karşı 2 kadın okuma - yazma bilmemektedir.Yine kadınlar kullanılan oyların yarısına sahip oldukları halde parlamentoda % 14.2, kabinede bakan olarak sadece %6 koltuğa sahiptirler.Bu örnekler cinsiyetler arasındaki karmaşık ilişkiyi ve çok güçlü eşitsizlik modelinin varlığını ortaya koymaktadır.Bu nedenle otorite ve güç'te toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin görülmesi/farkedilmesi ve çözümü için stratejilerin aranması ve uygulanması gerekmektedir.

Gender sterotip bazı durumlarda erkeği de olumsuz olarak etkilemektedir. Örneğin; erkeklerden ailenin geçimini temin etmesi beklenen toplumlarda erkek fiziksel ve mental sağlığını bozacak ölçüde çok uzun süre çalışabilmektedir.Benzer şekilde “gerçek erkek” konusundaki sosyal baklenti, erkeğin hasta olduğunda kendisini güçsüz hissedip yardım aramasını güçleştirmektedir.

Kadın ve erkeğin biyolojik cinsiyeti ve üremeye ilişkin fizyolojik fonksiyonlarının farklılığı ve getirdiği yüklerin yanı sıra, toplumun kendilerine biçtiği "toplumsal cinsiyet" rolünden kaynaklanan ve sağlıklarını etkileyen olumsuzluklar mevcuttur. Bu olumsuzlukların boyutu toplumdan topluma değişmekle birlikte özellikle gelişmekte olan ülkelerde "kadın" cinsiyeti yönünden olumsuzlukların boyutu daha da büyüktür.

Toplumun cinsiyeti nedeni ile "kadın cinsiyetine" biçtiği rol ve beklentileri sonuçta daha da önemli olarak, onun insan haklarından sayılan bazı haklarını elde edememesine, kullanamamasına yol açmaktadır.Bu durum ise toplumlarda kadın için adeta kısır bir döngü oluşturmaktadır.

Prof. Dr. Ayşe AKIN

http://www.gencgazeteciler.org/tcinsiyet.asp

KADINA KARŞI ŞIDDETE SON

KADINA KARŞI ŞIDDETE SON

Şiddetin çok çeşitli tanımları yapılabilir. Şiddet fiziksel ve ruhsal olabilir. Farklı mekanlarda, evde, okulda, sokakta, kadınlara, erkeklere, çocuklara, yaşlılara uygulanabilir. Dünyada, kadın ve kız çocukları sayısız kez şiddete maruz kalmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayanan bu korkunç şiddet hareketleri doğumdan ölüme kadar devam etmektedir. Diğer suçların yanısıra, kadına yönelik şiddet; doğum öncesinde erkek çocuk isteğiyle cinsiyet seçimini, yeni doğan kız çocuğunun öldürülmesini, cinsel istismarı, kadın sünnetini, okulda ve işyerinde cinsel tacizi, insan ticaretini, zorla fuhuş yaptırılmasını, çeyizle ilgili, ev içi şiddeti, dayak ve evlilik içi tecavüz gibi konuları içermektedir. Kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddet; sınıfına, ahlaki değerlerine, kültürüne ya da ülkeye bakılmaksızın toplumun her kesiminde görülmektedir.

Kadına karşı uygulanan şiddet olgusu doğrudan kişisel haklar ve bu hakların korunmasına ilişkindir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Sayın Kofi Annan da bunu "Kadına Karşı Şiddet en utanç verici ve en yaygın insan hakları ihlalidir" şeklinde ifade etmiştir. Şunu altını çizmeme izin verin: Kadına karşı şiddet bir insan hakları ihlalidir. Bu, ailenin haklarını değil birey haklarını korumak anlamına gelmektedir. Uluslararası tecrübeler göstermektedir ki hükümetler, hükümet yetkilileri ve nüfusun çoğunluğu bu problemin ailenin değil toplumun problemi olduğunu anlarlarsa kadına karşı şiddetle mücadelede de o ölçüde gerçek faydalar elde edilebilir. "Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi" kadınlara yönelik şiddeti; "ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma" (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına "kurbanı ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak" da dahil edilmiştir.

Bildirge, önsözünde kadınlara yönelik şiddeti, "erkekler ve kadınlar arasındaki eşitlikçi olmayan güç ilişkilerinin tarihsel bir göstergesi" ve "erkeklerle karşılaştırıldığında kadınları zorla bağımlı bir konuma sokmanın çok önemli toplumsal mekanizmalarından biri" olarak tanımlamaktadır. "Kadınlara Yönelik Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi"ne göre, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, "bir kadına sırf kadın olduğu için yöneltilen ya da oransız bir şekilde kadınları etkileyen" şiddettir. Kadına Yönelik Şiddet denildiğinde daha çok fiziksel şiddet anlaşılmaktadır, ama fiziksel şiddete öncelik vermenin önemi bir tarafa, toplumun kadına yönelik şiddet denildiğinde temel insan haklarının ihlali olduğunu ve kadınların istekleri dışında gerçekleşen her türlü eylemin ve onları baskı altında tutan her türlü tavır ve davranışın şiddet olduğunu anlamasını sağlamamız gerekmektedir.

Bu konudaki en önemli sorun, kadına yönelik şiddet konusunda toplumda bir duyarlılığın olmaması, bu olgunun doğal karşılanması. Kadına yönelik şiddet olgusunun temel insan haklarının ihlali olduğunun farkında olunmaması. Sorunun çözümü için çok kapsamlı çalışmaların yapılması gerekliliği aşikardır. Bu konunun çözüme ulaşabilmesi için öncelikle bireyin daha sonra da sırasıyla toplumun ve devletin sorumlulukları ortaya koyulmalıdır. Şiddetin bir insan hakları ihlali olduğunun kabul edilmesiyle Türk Hükümeti'nin yaptırımları daha çok gündeme gelmiştir. İnsan hakları literatüründe, ulusal ve yerel düzeydeki hükümet kuruluşları ve hükümet görevlileri bu sorunun çözümlenmesinden sorumludur. İlk amaç kamuoyunda bu konuya ilişkin farkındalık yaratmaktır. Bu yönde atılacak her adım , Kadına Karşı Şiddeti Sonlandırma yolunda önemli bir adım olacaktır.

http://www.gencgazeteciler.org/ksiddet.asp

'NAMUS ADINA İŞLENEN CİNAYETLERİ ÖNLEMEK TOPLUMUN HER KESİMİNE DÜŞÜYOR'

'NAMUS ADINA İŞLENEN CİNAYETLERİ ÖNLEMEK TOPLUMUN HER KESİMİNE DÜŞÜYOR'

Tüm dünyada kadınların ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak güçlenmeleri için çeşitli programlar yürüten Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, kadına yönelik şiddet türlerinden en utanç vericisi, namus cinayetleri konusunda, Nüfusbilim Derneği'yle birlikte yürüttüğü "Türkiye'de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri; Müdahale Olasılıkları" başlıklı araştırmanın raprunu yayımladı. Namus cinayetlerini de içeren kadına karşı her türlü şiddeti önleyecek politikaların, ancak bu eylemlerin ardındaki toplumsal yapının, yaşam tarzının ve zihniyet yapısının anlaşılması ile geliştirtirilebileceği düşüncesinden yola çıkılarak hazırlanan rapor, Türkiye'de bu konudaki toplumsal yapı ve anlayışa ışık tutuyor.

" Namus, şu anda yaşamamızın sebebidir, namus. Ya şu anda biz namus için yaşıyoruz yani. Namus olmazsa, bilmiyorum yani, yaşamanın bi anlamı yok herhalde… (19-22 yaş grubu erkek, üniversite öğrencisi)"

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)'nın desteğiyle, Nüfusbilim Derneği tarafından hazırlanan rapordan yapılan bu alıntılar, toplumda namus anlayışını ve namus cinayetlerinin dinamiklerini anlamak ve bu konuda hazırlanacak kapsamlı bir eylem programı için ipuçları veriyor. Dört ilde, (İstanbul, Adana, Şanlıurfa ve Batman), 194 grup görüşmesi ile gerçekleştirilen araştırmada öncelikle toplumdaki namus algısı, bu algıyı oluşturan etkenler ve "namusa aykırı davranışların" neler olduğu ortaya konuyor ve sonuç olarak namus cinayetlerinin engellenebilmesi için öneriler getiriliyor. Raporda namus cnayetlerinin ardında yatan nedenler şöyle sıralanıyor: (1) Ekonomik ve sosyal koşulların ve geri kalmışlığın yolaçtığı yoksunluklar, (2) Ataerkil toplumsal yapı, (3) Ailenin toplumdaki rolü ve çocukların yetiştirilme biçimi, (4) Erkekler üzerindeki toplumsal baskı, (5) Kişisel nedenler

Raporda, namus cinayetlerin sonlandırılabilmesi için yapılan önerileri şekillendiren dört nokta ön plana çıkıyor;

Namus kavramı toplumda önemli bir kavram olarak tanımlanırken, namus kavramının şiddet ve suç içeren eylemlerden ayrı tutulması gerekiyor

Genel düşüncenin aksine namusa aykırı davranışların cezalandırılmasında genç erkeklerin orta yaş ve üzeri erkeklere göre daha az hoşgörülü olmaları... Bu sonuç, 2003 yılında yapılan Türkiye Nüfus Sağlık araştırmasında 15-19 yaş grubundaki genç kızların %63'ünün evlilik içinde şiddeti kabul edilebilir görmeleri sonucu ile birlikte düşünüldüğünde, ortaya genç nüfusun şiddetin önlenmesi konusunda ciddi bir eğitim desteğine ihtiyacı olduğunu koyuyor.
Bazı kamu görevlilerinin kadınların hak ve özgürlüklerini engelleyen namus cinayetlerini toplumda meşru gösterecek şekilde davranışlarda bulundukları ortaya çıkıyor
Araştırmaya katılanlar arasında, kadının insan haklarının en uç noktada ihlali olan namus cinayetlerini ortadan kaldırmak için çalışan kamu görevlilerinin de olduğu belirtiliyor

Araştırmaya göre, namus, araştırmanın yapıldığı tüm kentlerde, araştırmaya katılanlar arasındaki farklı algılamalara karşın, yaygın olarak kadın, kadın bedeni, cinselliği ve kadınların kontrol edilebilmesi biçiminde algılanıyor. Namus, büyük ölçüde kadınla erkek arasındaki cinsel ilişki, kızların bekâreti ve zina / sadakatsizlik ile ilişkilendiriliyor. Bu tanımlama genel olarak erkekler, daha geleneksel çevrelerde yaşayan kadınlar ve bazı profesyoneller tarafından yapılıyor. Bu çerçevede namus, bir erkeğin karısı, yani helali, annesi, kız kardeşi, ailesindeki ve hatta yakın çevresindeki kadınları temsil ediyor. Erkek, çevresindeki tüm bu kadınlara gözkulak olmakla sorumlu kılınıyor. Böyle bir anlayış, erkeklerin sorumluluk alanlarını genişletirken, kadınların üzerindeki baskının da artmasına neden oluyor.

Araştırmaya göre namus cinayetlerinin algılanış biçimlerinde önemli bir eğilim, katılımcıların, namus saiki ile işlenen cinayetler ile aile meclislerinin kararıyla gerçekleşen cinayetleri birbirinden farklı görmeleri... Buna göre, özellikle aile meclisi kararlarının geçerli olduğu töre cinayetleri, bireysel bir eylem olduğu düşünülen diğer namus cinayetlerinden ayrı olarak ele alınıyor. Öte yandan, bu tür olayların daha sık yaşandığı yerlerde, özellikle de bu olayların içinde yer almış ya da yakın tanığı olmuş kişiler, töreye dayalı namus cinayetleri ile diğerleri arasına pek bir farklılık koymuyor.

Araştırma sonuçlarına göre önemli olan, hepsinin 'namus gerekçesi' ile işlenen cinayetler olduğu ve namus/töre gerekçesiyle işlenen cinayetleri başkalarına ya da bazı bölgelere ait değil, herkesin içinde yer aldığı topluma ait olduğu.

Rapor, namus cinayetlerinin önlenmesi için toplumsal bir mutabakatın yapılmasının gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu mutabakatta başlangıç namus cinayetlerinin hiçbir zaman önlenemeyeceğine ilişkin umutsuzluk ve çaresizlik atmosferinin kırılması olarak görülüyor. Bunun için de çok sayıda kişinin ve kuruluşun bu konuda duyarlı olduklarını ve kendilerini sorunun sahibi olarak gördüklerini anlatmaları önem taşıyor. Raporda verilen örneklerde, yeri geldiğinde bir kişinin bile namus cinayetlerinin engellenmesinde ya da mağdurların hayatta kalmalarında önemli bir etki yaptığı ortaya konuyor.

Rapora göre, kadınların ve kız çocuklarının haklarının korunmasının önşartı, demokratik kurumların hukukun üstünlüğü ilkesini, eşitlik ve özgürlük gibi evrensel değerleri ön plana çıkarması... Devletin bu konuda geliştireceği ve tüm toplumsal yapıların da destek vermesi gereken SIFIR HOŞGÖRÜ politikası, namus cinayetlerini ortadan kaldıracak zihniyetin oluşabilmesi için başta tüm kamu görevlilerini (öğretmenleri, polisleri, din görevlilerini, yasa koyucuları, savcıları, hakimleri vs…), sivil toplum kuruluşlarını, kamuoyu önderlerini, aileleri, tüm eğitim kurumlarını ve medyayı içeriyor. Araştırmaya katılanlar arasında, kadının insan haklarının en uç noktada ihlali olan namus cinayetlerini ortadan kaldırmak için çalışan kamu görevlilerinin yanısıra, tam tersine bunu destekleyen kamu görevlileri de dikkat çekiyor.

"İnsan ne için çalışır, ne için yaşar? Önce namus için… İnsan aç kalabilir, ama bir tabak yemek yersen karnın doyar. Ama namusunu kaybedersen dönüşü yoktur…Namus helalindir…(25 yaşında, erkek, polis)

" Bir yurda yerleştirilmesi için yardım ettik. Biz onu burda yurda teslim ettik. Buradaki yurttan Ankara'daki yurda gitti. Böyle yurt yurt gezdirip izini kaybettiriyorlar. İzini kaybettirdikten sonra eğer kız kendisi isterse yurttan çıkabiliyor." (Yaşı belirtilmemiş,erkek, polis)

Rapor, sıfır hoşgörü politikasının geliştirilmesi için şu önerileri sunuyor: (1) Tehdit altında olan kadınların ve kız çocuklarının korunması için sığınmaevleri, istasyon hizmetleri açmak, şiddet hattı kurmak; (2) Kamu görevlilerini toplumsal cinsiyet eşitliği ve namus cinayetlerinin topluma etkileri konusunda eğitmek; (3) Milli eğitim sistemini toplumsal cinsiyet eşitliğine daha duyarlı bir şekilde yeniden yapılandırmak; (4) Gençleri, erkekleri, kadınları, sivil toplum çalışanlarını, namus cinayetleri konusunda çalışan profesyonelleri eğitmek; (5) Aileler için "toplumsal tartışma merkezleri" kurmak; (6) Din görevlileri ve topluluk liderleri ile birlikte çalışmak; (6) Kadınları ve kız çocukları güçlendirecek eğitimler düzenlemek; (7) Şimdiye kadar gerçekleştirilen yasal değişikliklerin hayata geçebilmesi için gerekli girişimlerde bulunmak.

Rapora göre medyaya da önemli görevler düşüyor: Medyanın, özellikle de yerel medyanın tüm bu faaliyetleri kesen ve her alanda varolan gelişmelerden halkı haberdar eden, halka gerek Sivil Toplum Kuruluşları, gerekse diğer kuruluşlar hakkında doğru bilgiler veren; şiddetin ve namus uğruna öldürmenin, insan hakları ile bağdaşmadığını toplum önderleri, din görevlileri, o toplumun sevilen ve sayılan insanları, bilim- sanat-spor dünyasından popüler kişiler kanalıyla farklı boyutlarıyla yansıtmaya çalışan, şiddetle mücadele alanında, eğitim ve meslek edinme alanında, sivil toplum hareketleri alanında iyi örnekleri tanıtan, bilgilendirici, eleştirel ve dönüştürücü bir rolü olması gerekiyor.

Raporun kopyası ya da raporla ilgili daha ayrıntılı bilgi için:

Aygen Aytaç
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı

Meltem Ağduk
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu

NOT: Araştırmanın sonuçları 15 Kasım 2005 tarihinde, TBMM'de kurulan "Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu" ile de paylaşılmıştı.

http://www.gencgazeteciler.org/namus.asp

NAMUS CİNAYETLERİNİN ÖNLENMESİNDE MEDYANIN ROLÜ

NAMUS CİNAYETLERİNİN ÖNLENMESİNDE
MEDYANIN ROLÜ



NAMUS ADINA İŞLENEN CİNAYETLERİ ÖNLEMEK TOPLUMUN HER KESİMİNE DÜŞÜYOR'

Tüm dünyada kadınların ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak güçlenmeleri için çeşitli programlar yürüten Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, kadına yönelik şiddet türlerinden en utanç vericisi, namus cinayetleri konusunda, Nüfusbilim Derneği'yle birlikte yürüttüğü "Türkiye'de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri; Müdahale Olasılıkları" başlıklı araştırmanın raprunu yayımladı. Namus cinayetlerini de içeren kadına karşı her türlü şiddeti önleyecek politikaların, ancak bu eylemlerin ardındaki toplumsal yapının, yaşam tarzının ve zihniyet yapısının anlaşılması ile geliştirtirilebileceği düşüncesinden yola çıkılarak hazırlanan rapor, Türkiye'de bu konudaki toplumsal yapı ve anlayışa ışık tutuyor .

Türkiye'de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri; Müdahale Olasılıkları araştırma raporunun Özet ve Değerlendirmesi

Toplumda namusa ilişkin yaygın bakış açıları, hangi davranışların 'namusa aykırı davranış' olarak değerlendirileceği ve cezalandırılacağını belirlemektedir. Namus cinayetleri de böyle bir zemin üzerinde meşruiyet kazanmaktadır. Namus cinayetlerine meşruiyet kazandıran ve dolayısıyla da onların devam etmesine yol açan koşulları daha iyi kavrayabilmek için bu araştırma esas olarak iki eksene dayalı yürütülmüştür. Bunların ilki farklı namus algıları ve onları etkileyen faktörler, ikincisi de 'namusa aykırı davranış' olarak nitelenen olaylarda bu davranışta bulunan kişilerin başlarına (cinayet dahil) neler geldiğidir.

Araştırma, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu'nun (UNFPA) 2004 yılında gerçekleştirdiği, son beş yıl içinde üç gazeteye yansıyan namus/töre cinayetleri taraması sonuçlarına göre, namus cinayetinin en fazla olduğu belirlenen kentler arasından seçilen dört kentte (İstanbul, Şanlıurfa, Adana ve Batman'da) yapılmıştır. Görüşme yapılan kişilere genelde kent merkezlerinde ulaşılmıştır. Niteliksel araştırma olarak planlanan projede, yukarıda sözünü ettiğimiz iki eksene yönelik bilgiler, sınırlı sayıda kişi ile derinlemesine görüşmeler ve doğal ortamlarında grup sohbetleri yapılarak elde edilmeye çalışılmış, görüşülecek kişiler rastlantısal örneklem kurallarına göre değil, amaca yönelik biçimde belirlenmiştir. Daha açık söylersek, bu araştırmanın sonuçlarından istatistiksel genellemelere gitmek mümkün değildir, zaten araştırmanın böyle bir hedefi de yoktur. Tercihi böyle yapmamızın nedeni, daha önce bu konuda yapılmış fazla çalışma olmaması, konunun hassasiyeti ve kesin kalıpları çizilmiş soru kağıtları aracılığı ile tam da istediklerimizi elde edemeyeceğimiz konusundaki kanaatimiz olmuştur. Amacımız, konuyu daha iyi anlamak, bu yöndeki eğilimler konusunda derinlemesine bilgi elde etmek, gözlem ve izlenimlerimizi derleyerek bazı sonuçlara ulaşmaktı. Hedeflediğimiz gruplar da her kentte, hem kentin yerlileri, hem de farklı bölgelerden göç ederek oraya gelmiş kişiler (cinsiyet ve yaş farklılıklarını da göz önünde bulundurarak), çeşitli mesleklerden kişiler (özellikle de konuya daha yakın olanlar), STK çalışanları ve mağdur ve mağdur yakınları olmuştur. Araştırma sırasında toplam 194 görüşme yapılmıştır ki, bunların 18'i grup görüşmeleridir ve çoğu kez ikiden fazla kişiyi içermektedir. Böylece, görüşülen kişi sayısı 250'ye yaklaşmıştır Yaygın Namus Algısı ve Büyük Gözaltı Namus, kişilerin toplumsal cinsiyeti, yaşı, yaşamını geçirdiği yerleşim yeri, eğitimi, aşiret ve akrabalık ilişkileri gibi çeşitli faktörlerin etkisi altında algılanıp, yaşamlarının bir yerine oturtulmaktadır. Özellikle kırsal kökenli, aşiret ve akrabalık ilişkileri güçlü, kente göç etmiş olsalar bile çevreleri fazla değişmemiş, ait oldukları aile ve topluluğun yaşamlarında öncelikli bir yere sahip olduğu gözlenen kişilerde namusun, insanların uğruna öldürülebileceği çok büyük bir şey, yaşamın anlamı ve amacı olarak tanımlandığı görülmüştür.

Öte yanda, tüm kentlerde, kişiler arasındaki farklı algılamalara karşın, en güçlü eğilimin namusu kadın, kadın bedeni, cinselliği ve kadınların kontrol edilmesi biçiminde ele alış olduğu söylenebilir. Bu çerçevede namus, bir erkeğin karısı, yani 'helal'idir, kız kardeşidir, annesidir, ailedeki diğer kadınlar, hatta yakın çevredeki kadınlardır. Erkek, bunların hepsine göz kulak olmak durumundadır. Böyle bir anlayış, kadınları, sadece kendi babaları, ağabeyleri ve evli oldukları durumda eşlerinin değil, ayni zamanda yakın çevredeki erkeklerin de gözetimi altına sokmaktadır. Erkeklerin sorumluluk alanları genişlerken, kadınlar üzerindeki baskı da artmış olmaktadır. Hele, aşiret ve akrabalık bağlarının güçlü olduğu koşullarda, ya da toplumsal baskının daha fazla hissedildiği daha dar ve yüz yüze ilişkiler içinde yaşanan çevrelerde bu baskı daha da yoğunlaşmaktadır.

Namus algısının kadın bedeni üzerinden kavrandığı durumlarda namus, kadınların gündelik yaşam pratikleri, eğitim görme, çalışma, evlenme, bekaretin önemi, sadakat, istediği kişi ile evlenebilme, sevdiğine kaçma, boşanma gibi konular üzerinden yürütülen bir söylem içinde dile getirilmiştir. Bu konudaki değerlendirmelerin çoğunluğunda, kadınların erkeklere göre, orta yaş ve üzeri erkeklerin ise genç erkeklere göre görece daha hoşgörülü tavırlara sahip oldukları izlenmiştir. Ancak, bu yaklaşımlar, kadınların ve erkeklerin köy veya kent kökenli oluşları, eğitimleri ve ne türlü bir çevrede yaşadıklarına da bağlıdır. Örneğin, köy kökenli, yaşlı, okuma-yazması olmayan kadınlar ile kapalı bir çevrede yaşayan, eğitimsiz ve yoğun aile baskısı altındaki genç kızların bağnazlık açısından erkeklerden farklı olmadıkları da gözlemlenmiştir. Öte yanda, kentte yaşadıkları ve belli bir düzeyde eğitim aldıkları halde genç erkeklerin namusla ilgili ifadelerindeki sertliği, değerler açısından yaşadıkları bazı çelişkilere bağlayabiliriz. Aileleri tarafından kız kardeşlerini veya akraba kızlarını denetlemek üzere bazı değerler ve beklentilerle yetiştirilmiş olan gençler, bir taraftan da yaşadıkları kentte, evinin dışında bir yaşamı olan, okula giden, çalışan, erkeklerin gittiği sosyal mekanları kullanan, belli özgürlük alanına sahip genç kadınları da tanımakta, onlarla arkadaşlık etmektedirler. Artık evlerinin dışında bir rolleri ve kadın-erkek ilişkileri konusunda farklı görüşleri olan bu kadınları, öğrendikleri değerler çerçevesinde kendilerine itaat ettirmenin çok da kolay olmayacağı ortadadır. Kadınları kontrol edebilmek için gerekli sınırları nasıl çizeceklerini bilemediklerinden üniversite öğrencisi erkekler bile, kişilerin töreye dayalı olarak öldürülmesine karşı çıkmakla birlikte, aile disiplini ve terbiyesi açısından törelere tümüyle uyulması konusunda zaman zaman aşırı hassasiyet göstermektedirler.

Kadın bedeni üzerinden kurulan, kadınlardan daha pasif, erkeklerden daha aktif bir rolün beklendiği namus anlayışının, ulusal gelenekler ve Islami prensipler ile de bağlanarak, "Türk ve Müslüman ailesinin temel normları" biçiminde genelleştirilmesi, bu toplumun kültürünün önemli bir unsuru olarak vurgulanması ve her kentte pek çok kişi tarafından çeşitli biçimlerde bir şekilde tekrarlanması, bu yaklaşımın oldukça geniş bir kesim tarafından onaylanan, yaygın bir kavrayış olduğuna işaret etmektedir. Bu ele alış tarzı kadının ve erkeğin toplum içindeki rollerinin tümüyle farklı olmasını bir anlamda meşru kılarken, bunun bir uzantısı olarak kadınlara ve erkeklere evlenme, boşanma, aldatma-aldatılma konularında da farklı standartlar uygulanabilmektedir. . Sonuçta, 'namusa aykırı olduğu' düşünülen bir davranış kadınlarda ve erkeklerde farklı uygulamalara ve sonuçlara yol açmakta, daha da kötüsü, 'namus' ve 'namusun korunması' adına işlenen cinayetlere de daha farklı bir gözle bakılıp, haklı görülmelerine yol açmaktadır.

Namusu daha geniş anlamda ve özellikle de bireyin kendisine bağlı olarak tanımlayanlar ise namus algısının kadın bedeni üzerinden kurulması yaklaşımından kendilerini olabildiğince uzak tutmaya çalışmışlardır. Yüksek öğrenimi ve belli bir toplumsal konumu olan meslek sahipleri, büyük kentlerde doğmuş ve büyümüş kişiler ve STK çalışanları arasında daha çok dile getirilen bu yaklaşım biçimi, kişilerin toplumun her alanında yaptıkları işlerde ve insanlara karşı davranışlarında dürüst olmaları, kendi istedikleri gibi bir yaşamı sürdürürken çocuklarını, toplumu, ülkeyi ve daha genel olarak insani değerleri de gözetmeleri gibi konularla açıklanmaya çalışılmıştır. Bu tür yaklaşımlara sahip olanlarda, kadın ve aile konusu, daha çok eşlerin birbirine bağlılığı, aileye ve çocuklara bağlılık gibi konular üzerinden tartışılmıştır.

Namusun kadına odaklandırılması ve onun bedeni üzerinden kurulmasına şiddetle karşı çıkan kişilere ise esas olarak bazı meslek sahipleri (özellikle de kadınlar), üniversite öğrencisi genç kadınlar, kadın örgütlerinde çalışan ya da bu tür kuruluşlarla ilişkisi olan bazı kadınlar arasında rastlanmıştır. Diğer eğilimlere kıyasla görece az sayıda kişi tarafından ifade edilmiş olsa da bu eğilim, namusun kadın bedeni üzerinden kurulması ve kadınların namusunun toplumun tüm erkeklerinin gözetimine verilmesinin özgürlükleri sınırlayıcı ve yıkıcı yönüne yaptığı vurgu nedeniyle bu çalışma açısından özellikle önemlidir.

Araştırma, namusun kadın bedeni üzerinden algılanmasının, daha geniş anlamda "Türk ve Müslüman ailenin temel normları" çerçevesinde de ifade edilerek, toplumda yaygınlaştırıldığını ve farklı ölçülerde de olsa sıklıkla kabul gören bir anlayış olarak ortaya çıktığını göstermiştir. Öyle ki, bu tür bir anlayış ile hiçbir ilişkileri olsun istemeyenler, bu konudaki rahatsızlıklarını dile getirenler bile bundan etkilenmekte ve davranışlarını toplumda böyle bir algının varlığını düşünerek ayarlamak durumunda kalabilmektedirler. Erkeklerin, özellikle de genç erkeklerin kendilerini belli ölçüde baskı altında hissetmelerine yol açan bu anlayışın, kadınların davranışlarının toplumca kontrolünü meşru kılan büyük bir göz altıya yol açtığını söyleyebiliriz. Namusa aykırı hareket ettiği düşünülen kadınlara (ve erkeklere) verilecek cezalara da meşru bir zemin böylece yaratılmaktadır. Namus Cinayetleri Nasıl Algılanıyor? Araştırma bulguları, toplumumuzda namusa dayalı cinayetlerin nasıl algılandığı, namus/töre cinayetlerinin farklılaştırılma biçimleri ve namus saiki ile işlenmiş cinayetlerin nedenleri konusunda da farklı görüşler olduğunu yansıtmıştır.

Namus cinayetlerinin algılanış biçimlerinde önemli bir eğilim kişilerin, namus saiki ile işlenmiş cinayetler ile aile meclislerinin toplanması ve karar almasıyla gerçekleşen cinayetleri birbirinden farklı görülmeleridir. Buna göre, özellikle aile meclisi kararlarının geçerli olduğu töre cinayetleri, bireysel bir eylem olduğu düşünülen diğer namus cinayetlerinden ayrı olarak ele alınmaktadır. Hatta, Istanbul'da görüştüğümüz kişiler, töre nedeniyle işlenmiş cinayetleri, kendilerinden oldukça uzakta ve başka birilerinin sorunu olarak ifade etmişlerdir. Bu tür değerlendirmeler sadece Istanbul'un yerlileri arasında değil, Istanbul'a göç etmiş kişilerde de izlenmiştir. Törelere dayalı namus cinayetlerini başkalarının sorunu olarak bir anlamda 'ötekileştirenlerin' bunları özellikle Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi, buradaki toplumsal yapının özellikleri, geri kalmışlık ve çeşitli yoksunluklar ile bağlantılı gördükleri, diğer namus cinayetlerini ise her yerde gerçekleşebilen, kaçınılmaz ve daha bireysel eylemler olarak değerlendirdikleri, hatta kendisini aldattığı için karısını kıskançlık sonucu öldüren bir erkeğin durumuna 'herkesin başına gelebilecek bir şey' olarak daha farklı bir anlayışla yaklaşanlar olduğu izlenmiştir. Bu durumda töre ve namus cinayetleri, nedenleri ve sonuçlarından çok, cinayetin işleniş biçimi temelinde birbirinden ayrılmış olmaktadır.

Öte yanda, bu tür olayların daha sık yaşanmış olduğu yerlerde, özellikle de bu olayların içinde yer almış ya da yakın tanığı olmuş kişiler, töreye dayalı namus cinayetleri ile diğerleri arasına pek bir farklılık koymadıkları gibi bu olaylara daha 'içeriden' bir bakış açısıyla yaklaşmışlardır. Burada, üzerinde daha çok durulan olayların altında yatan namus anlayışı olmuştur ki, kendi yaşadıkları bölgelerde namus ile ilgili değerlerin belirlenmesinde törelerin önemli bir rol oynadığından hareketle 'namus-töre fark etmez, zaten ikisi de ayni şey, namus' gibi ifadeler kullanılmıştır. Öte yanda, bu tür olayların sıklıkla gerçekleştiği yerlerde yaşamakla birlikte, töre cinayetlerinin sadece kırsal alanda varlığını sürdürdüğünü (o da gitgide azalarak) söyleyen ve onları kendi yaşantılarının çok dışında algılayan, kent merkezinde yaşayan, genç, eğitimli bir kesimin (özellikle üniversiteli genç kadınlar) olduğu da görülmüştür.

Namus/töre cinayetleri arasında bazı farklılıklar olduğunun görülmesi, her bir olayı daha iyi anlayabilmek ve çözüm yollarını tartışabilmek açısından sosyolojik bir anlam taşımaktadır. Öte yanda, farklılığa yapılan vurgunun, aile meclisi kararlarının önemli olduğu, töreye dayalı namus cinayetleri ile aile meclisi kararlarının olmadığı namus cinayetlerinin tümüyle ayrı bir kefeye konulmasına ve dolayısıyla da birinin diğerine göre (özellikle de ceza yasaları açısından) hafifletici gerekçelerinin olduğunun düşünülmesine yol açabileceği de hassasiyet gösterilmesi gereken bir konudur. Altını çizmemiz gereken nokta, bunların hepsinin 'namus' gerekçesi ile işlenen cinayetler olduğu ve insan canının alınması boyutuna vardırılmış şiddet olayları ile karşı karşıya olduğumuzdur. Sosyolojik açıdan aralarındaki farkı yadsımayan, ancak temel neden ve sonuç açısından benzerliğe vurgu yapan bir yaklaşım, namus/töre gerekçesiyle işlenen cinayetleri başkalarına ya da bazı bölgelere ait değil, hepimizin içinde yer aldığı topluma ait ve önlemleri üzerinde düşünmeyi bugünden yarına erteleyemeyeceğimiz şiddet olayları olarak algılamamızı kolaylaştırabilir.

Namus Cinayetlerinde Kaçınılmazlık Vurgusu Namus cinayetlerine nasıl yaklaşıldığı konusu kişilerin zihinlerindeki namus/töre cinayeti farklılıklarına ve bu tür olayların ne denli içinde/yakınında yaşadıklarına bağlı olarak farklılıklar göstermekle birlikte genelde namus cinayetlerine karşı tavırlarda aşağıdaki eğilimler izlenmiştir:
Namusa aykırı bir davranışta bulunmuş olan kişinin ölümü hak edeceği ve öldürmek durumunda kalanların da başka seçenekleri olmadığını söyleyerek, namus cinayetlerine açık destek verenler
Namus cinayetlerine koşullu destek veren, yani cinayet işlemeyi kimsenin istemeyeceğini, ancak kanıtlanmış bir aldatma durumunda ve/veya toplumdan gelen baskıya dayanamayan kişilerin böyle bir eyleme girişebileceğini söyleyenler

Kişilerin toplumsal baskı altında kaldıkları zaman, özellikle de yoksul, güçsüz ve eğitimsiz iseler bu onursuzluğu taşıyamayıp, kaçınılmaz olarak cinayeti işleyebileceğini söyleyenler
Farklı gerekçelerle de olsa kişilerin namusa aykırı bir davranışta bulunduğu gerekçesiyle öldürülemeyeceğini söyleyenler. Görüşlerini bu şekilde açıklayanların bir kısmı, namusa aykırı davranışın suç oluşturmayacağını, bunların cezalandırılmasının kadınlara karşı ağır bir şiddet uygulaması olduğunu söylerken, kimileri de ilkesel düzeyde ya da dini inançlarına dayanarak insan canının alınamayacağını belirtmişlerdir. Genelde değerlendirme farklılıklarının, kişilerin namus ile ilgili anlayışlarına dayandığı, namusun kişilerin yaşamlarının tek amacı olduğunun belirtildiği ve/veya esas olarak kadın bedeni üzerinden kurulduğu durumlarda, namus cinayetinin de "anlayış gösterilebilir" "onay verilebilir" bir eylem haline geldiği izlenmiştir. Yapılan açıklamalarda, namus cinayetlerini (en azından insanların namus adına öldürülmesini) kesinlikle doğru bulmadığını söyleyen kişiler (ki bunlar arasında farklı mesleklerden kişiler, kadınlar, STK çalışanları, üniversite öğrencisi genç kızlar, din görevlileri vardır) dışında çok sayıda kişi, bu tür cinayetlere açık destek vermeseler bile olayın, o kişi için kaçınılmaz olduğunu ifade etmektedirler. Kişinin ağır bir sosyal baskı altında olduğunu söyleyerek bir biçimde cinayeti işleyeni değil de, toplumu suçlayanlar arasında bu tür olayların yakın tanığı olmuş çeşitli mesleklerden kişilerin de (bazı avukat ve polisler dahil) yer aldığı görülmüştür.
Namus Cinayetlerinin Nedenleri Namus cinayetlerine yol açan nedenler konusunda kişilerin çoğu kez birden fazla faktör üzerinde durmalarına rağmen, çoğunlukla belirtilmiş olan konuları birkaç kategoride toplamak mümkündür.

Olayları ekonomik ve sosyal koşulların ve geri kalmışlığın yol açtığı yoksunluklara bağlayanlar:Bu tür görüşlere sahip olanların önemli bir kısmı namus cinayetlerini kendilerine daha uzak, belirli bölgelere (ya da kırsal alanlara) ve o bölgelerde yaşayan etnik gruplara ait bir sorun olarak görme eğilimindeki kişilerdir. Onlara göre, bu bölgelerin ekonomik ve sosyal koşullarının iyileşmesi ile bu tür olaylar da ortadan kalkacaktır.

Olayların ataerkil ilişkilere dayandığını, erkeklerin kadınlar üzerinde denetim kurmasının bir sonucu olduğunu söyleyenler:Özellikle eğitimli ve meslek sahibi bazı kadınlar ve kadın STK'larında çalışanlarca dile getirilen bu görüşte, yasal sistemin de güçlü olandan yana davrandığı ifade edilmiştir.

Olayları ailelerin çocuklarını yetiştirme biçimine bağlayanlar:Bu görüşü savunanlar arasında bazı meslek sahipleri çocuklara fazla baskı yapılarak, yanlış yönlendirildiklerini söylerken, diğerleri de (özellikle büyük kentlere göç etmiş ve çeşitli sorunlar yaşamış kişiler) çocukların iyi terbiye edilememesi, özellikle dini bir terbiye almamaları ve Allah korkusu verilmemesi gibi konulara değinmişlerdir.Bu nokta, daha çok namus cinayetlerini bireysel eylemler olarak töre cinayetlerinden farklı gören kişilerce belirtilmiştir. Bu nedenlerin yanı sıra, medyanın da bu konularda özellikle magazin programlarında yansıttığı olaylarla kışkırtıcı bir rol oynadığı da pek çok kişi tarafından dile getirilmiştir. Vurgulanan bir diğer nokta da mağdurlara yardımcı olacak, onları en azından geçici koruma altına alacak kuruluşların bulunmayışıdır. Bu yetersizliği belirtenler, çoğunlukla mağdurlara yardımcı olmaya çalışan kamu kuruluşları ve STK çalışanlarıdır. Bu açıklamalarda üzerinde durulan nokta, tehdit altındaki mağdurları koruyacak kurumların yeterli olmamasının da onların kaderini olumsuz yönde etkilediğidir.

Namus cinayetlerinin nedenleri olarak, ekonomik- sosyal koşullar ile toplumsal baskının üzerinde sıklıkla durulması, bir anlamda kişinin ya da kişilerin uyguladığı şiddetin göz ardı edilmesine, en azından hafife alınmasına ve onlara daha toleranslı yaklaşılmasına yol açabilir. Yukarıda kadınlar için sözünü ettiğimiz 'gözaltı durumu', toplumun beklentisine uygun biçimde onlara göz kulak olmadığı düşünülen erkeklere de bu görevlerini, onlar üzerinde ağır bir baskı kurarak hatırlatmaktadır. Ancak, kişinin/ kişilerin davranışını, kaçınılmaz bir durum olarak göstermenin ve çevre baskısını aşırı derecede vurgulamanın bu cinayetlerin meşruiyet zeminini güçlendirebileceği de gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Toplumun baskısının, özellikle de kişilerin büyük aile ya da aşiret bağları içinde yaşadıkları durumlarda ne denli güçlü olduğu, bu baskının hangi mekanizmalarla kurulduğu, hangi amaçlar için kullanıldığı ve hangi durumlarda kişilerin sosyal baskıya rağmen farklı kararlar alabildiğinin bilinmesi alınacak önlemlerin saptanması açısından önemlidir. Öte yanda, cinayeti işlemiş kişinin kişisel sorumluluğunu ve dolayısıyla suçunu neredeyse ortadan kaldırıcı bir boyutta yorumlanmamalıdır.

Hepsi Cinayetle Sonuçlanmıyor ama… Bu araştırmada, mağdurların, tanıkların ya da bu tür olayları başkalarından duymuş olanların anlattığı 100'ün üzerinde öykünün değerlendirilmesi sonucunda "namusa aykırı davranış" olduğu düşünülen durumların belli bir bölümünün (ki bu araştırma sırasında aktarılmış olan olaylarda yaklaşık yarısının) cinayetle sonuçlanırken diğerlerinde başka çözümler bulunduğu görülmüştür. Ancak, bulunan çözümlerin çoğunluğu ölümden kurulmuş olsa da kadının(bazı durumlarda erkeğin de) çeşitli biçimlerde mağduriyetine yol açmaktadır. Sonuçta, cinayet kurbanı olanlar kadar, öldürülmeyenler de o toplulukta namusa aykırı olduğu kabul edilen bir davranışta bulunmanın cezasını ağır bir biçimde çekmektedirler. (Aile tarafından dışlanma veya reddedilme, yaşadığı yerden uzaklaştırıp, başka bir yerde yaşamaya mahkum edilme, sevmediği ve/veya uygun olmayan bir kişi ile evlendirilme, değiş-tokuş edilme, başkalarına ibret olsun diye, bir uzvunun örneğin burnunun kesilmesi gibi).
Hikayeler, esas olarak kadının evli olup, olmaması ve nasıl bir davranış içine girdiğinin bu tür olayların sonuçlarını etkilediğini, ancak her durumda olayın yaşandığı çevre ve ailenin koşullarının da işin akışını değiştirebileceğini göstermektedir. Buna göre de birbirine çok benzer gibi gözüken olayların farklı sonuçlara yol açabildiği izlenmiştir. Bu araştırmada, bize aktarılan olaylar, kadının medeni durumu ve namusa aykırı olduğu düşünülen olayın ne olduğuna göre belli kategorilere ayrılarak değerlendirilmiş, cinayet ile sonuçlanmayan olaylarda ne tür pazarlıklarla, hangi çözümlere ulaşılabildiğine dair bilgiler de edinilmiştir. Kişilerin aktardığı öyküler şunları göstermiştir:

Evli bir kadının bir başka erkekle ilişki kurması/ya da ilişkisi olduğunun düşünülmesi durumunda, kadın ve onunla ilişkiye giren erkek ölüm cezasını hak etmekte ve bu durumda hem kadının eşi, hem de ailesi ve ayrıca erkeğin ailesi bu cezayı yerine getirme sorumluluğunu taşımaktadır. Bu durumlarda olayın bir biçimde kanıtlanması önem taşımaktadır. Yine bu olaylarda, kadının ilişki kurduğu kişinin ailesi genelde olayın dışındadır ve oğulları öldürülse bile olayın üstünü örtmeyi tercih edebilirler. Kadının eşinin cinayeti işlemek istemediği veya bir şekilde ölümle sonuçlanmayan vakalarda tüm ailenin toplum tarafından dışlanması söz konusu olmaktadır. Böyle durumlarda STK veya diğer kuruluşların aileye verdiği destek çok önemlidir. Bazı olaylarda ise önemli bir kanıt olmadığı ve/veya eşinin kadına bir şey yapmak istemediği koşullarda, kocanın akrabalarının ona bir biçimde zarar verdiği durumlar da söz konusu olmaktadır.

Evli bir kadının bir başkası ile kaçtığı durumlarda da yine ölüm cezasının hak edildiği düşünülmektedir. Böyle durumlarda bazen, kadını kaçıran erkeğin ailesinin konumu, kadının arkasında duracak güce sahip olup olmamaları belli pazarlık kapılarını açabilmektedir. (Kadını kaçıran erkeğin ailesinden bekar kızların kadının ailesine verilmesi gibi)
Kadının boşanmak istemesi ya da eşinin evini terk edip gitmesi gibi durumlar, ya da boşanmış bir kadının bir başka erkekle ilişki kurması (ki evli bir kadının ilişki kurmasından farklı değerlendirilmemektedir) ölüm cezası ile sonuçlanabilmektedir. Kadının cezalandırılması eşi tarafından yapılabileceği gibi onu gözetim altında tutmakla kendisini yükümlü gören oğlu, kayınbiraderi ve diğer akrabaları tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Boşanma durumunda kadınlar genellikle daha geniş bir akraba topluluğunun, hatta akrabalık ilişkisi içinde olmadıkları bir çevrenin gözetimi altına girmektedirler.

Bekar bir kızın bir erkekle ilişkisinin olduğu /olduğunun düşünüldüğü durumda bu olayın kadının ve erkeğin, ya da sadece kadının veya erkeğin öldürülmesi ile sonuçlanması söz konusudur. Ancak, bu olayların bir bölümünde, özellikle de kadının birisiyle (bu, sevdiği erkek olmayabilir) evlendirilmesinin mümkün olduğu koşullarda bir cinayete yol açılmadan çözüme ulaşılmaktadır. Böylesi durumlarda, özellikle kızın ailesinin kararı önemlidir; sonucu olumsuz yönde etkileyen önemli faktörlerden biri kızın hamile kalmış olması, diğeri de olayın çevrede yaygın biçimde duyulmuş olmasıdır. Cinayetin işlenmediği bazı durumlarda da genç kızların intihar ettiği, hatta bazen aileleri tarafından intihara yönlendirildiği aktarılmıştır. Yine böyle vakalarda, annenin ve kız kardeşlerin öldürülme olayına şiddetle karşı çıkmaları durumunda hepsinin birlikte aileden(aşiretten) dışlanması söz konusu olabilmektedir.

Bekar bir kızın bir erkekle kaçma durumunda ise, sonucun ölüm olabileceği (kendisi ve birlikte kaçtığı erkek açısından) gibi çok çeşitli pazarlıkların da gündeme gelebileceği izlenmiştir. Bu tür olaylarda kızın kaçtığı erkeğin evli olup olmaması, ailesinin veya kendisinin sosyal -ekonomik konumu, kızın nişanlı olup olmaması, erkeğin ailesinin kızı isteyip istememesi gibi birçok faktör iç içe geçerek sonucu belirlemekte ve oldukça karmaşık, genellikle de kadın açısından onur kırıcı, ona takas edilen bir mal muamelesinin yapıldığı bir pazarlık süreci yaşanmaktadır. Olayları anlatanların ifadelerinde sıklıkla 'aldık, verdik, kaldırdık, götürdük, getirdik' gibi sözcüklerin yer aldığı, pazarlığın niteliğinin dilin kullanımına da yansıdığı bir süreçtir bu…Bu süreç içinde kaçan kıza karşılık, erkeğin ailesinden berdel yapılarak kızın ailesine gelin gelen kadınlar da bu değiş-tokuşun ister istemez parçaları haline gelmektedir. Olayın sonucunda kadının, öldürülmekten kurtulsa bile daha sonra intihara sürüklendiği, istemediği kişilerle evlendirildiği, yerleşim yerini terk etmeye zorlandığı, ailesi ve akrabaları tarafından dışlandığı çeşitli öykülerde izlenmiştir.
Saldırıya uğrama ve tecavüz edilme durumunda ise eğer tecavüz edilen kişi bekar bir genç kız ise çoğu kez tecavüzcüsü ile evlendirilmesi bir çözüm olarak görülmekte, tecavüzcü bunu istemediği ya da koşulları uygun olmadığı zaman, hem tecavüzcünün, hem de kızın öldürülmesi söz konusu olabilmektedir. Ayrıca, ailelerin ekonomik gücü de rol oynamakta, varlıklı bir aileden gelen erkeğin ailesi yoksul bir kızı istemediği gibi, oğullarının ceza görmemesi için kızın ailesi ile belli pazarlıklara da girişebilmektedir. Öte yanda, kızın hamile olduğu durumlarda öldürülmesi aile namusu açısından önemli görülmektedir. Genelde bu kategoride bazı koşullarda (özellikle kentte yaşayan ve STK'lar ile ilişkisi olan ailelerde) formel kurumlara başvurulduğu da izlenmiştir.(dava açmak, yardım istemek vs.) Öte yanda aileler, hangi koşulda olursa olsun, evli bir kadının uğradığı tecavüz olayında kadını da suçlu görme eğilimindedirler. Bu durumda ölüm tehdidi ile karşılan bazı kadınların kurumlardan yardım istedikleri de izlenmiştir. Yukarıda ele aldığımız grupların özellikleri ile ilgili değerlendirmeler, her kategoride en az beş, en fazla 29 olay üzerinden yapılmıştır. Her kategoride, kadının ve erkeğin ailelerinin toplumsal nitelikleri (toplumsal- ekonomik konumu, etnik kökeni, din-mezhep özellikleri, aile, akrabalık ve varsa aşiret yapısı gibi) ve karşılıklı güç ilişkileri ile olayın çevrede yaygın bir biçimde duyulmasının, olayın sonucunu ve yapılan pazarlıkları önemli ölçüde etkilediği de izlenmiştir.

Anlatılan olaylarda kadınlar (özellikle kızların anneleri) aile meclislerinin karar aldığı durumlarda orada bulunmamakta, ancak kararı bir şekilde onaylamaktadırlar. Hatta, bu tür olaylarda anneler kendilerini içinde yaşadıkları topluluğa karşı hesap verme konumunda görmektedirler, çünkü kadının toplumdaki başlıca rolü evinin dirliği ve çocuklarının terbiyesi olarak kabul edilmektedir. Anlatılan öykülerde, kadınların bu konumunun onları, kızlarına verilecek cezaları desteklemeye, hatta bazen kızlarını intihara teşvik etmeye yönelttiği konusunda bazı bilgiler de edinilmiştir. Öte yanda, öyküler arasında sadece cezaları onaylayan veya destekleyen değil, az sayıda da olsa topluluğundan dışlanmayı göze alıp, karşı çıkma cesaretini göstermiş birkaç örneğe rastlamış olmak kadınların belli koşullarda (özellikle de yaşlı ya da aile veya aşiret içinde güçlü bir konuma sahip olduklarında) farklı davranabileceklerinin işareti sayılabilir.
Bunun yanı sıra öykülerde yine az sayıda da olsa bu tür olaylarda eşlerini, akraba kızlarını topluluğun kararına karşın öldürmeyen ve bazı durumlarda kendileri mağdur olan, bulunduğu yeri terk eden, ailesinin (veya aşiretinin) dışladığı erkeklere de rastlanmıştır. Bu tür olaylarda da yine, mağdur durumuna düşmüş kişiye ya da aileye destek olacak kurumların varlığı önem taşımaktadır.

Namus Cinayetlerine Karşı Neler Yapılabilir?
Bu çalışmada hem görüşme yapılan kişilerden, hem de STK'lardan çözüm önerileri ile ilgili görüşleri alınmaya çalışılmıştır. Bunların genel bir değerlendirilmesi yapıldığında ilk göze çarpan unsur STK'lar, bazı meslek sahipleri ve siyasi partiler ya da STK'lar ile ilişkileri olan bazı kişiler dışında , namus/töre cinayetlerinin engellenmesi konusunda neler yapılabileceğini çok az sayıda kişinin düşünmüş oluşudur. Daha da önemlisi, bu tür şiddet olaylarının sıklıkla yaşandığı ortamlarda, olayların çok yakınında olanların, konuya oldukça karamsar yaklaşmaları, değişim konusunda umut taşımamalarıdır. Hatta bu umutsuzluğun Şanlıurfa ve Batman'da STK çalışanlarını bile belli ölçülerde etkilediği söylenebilir. Dolayısıyla, özellikle namus cinayetlerinin daha sık yaşandığı yerlerde bu olayların engellenebileceği yönündeki umutsuzluğun ortadan kaldırılması, herhangi bir eylem programının başarılı olması açısından önem taşımaktadır. Umutsuzluk ve çaresizlik atmosferini kırmak için çok sayıda kişinin ve kuruluşun bu konuda duyarlı olduklarını ve kendilerini sorunun sahibi olarak gördüklerini bir şekilde anlatmaları önem taşımaktadır. Kamu görevlileri, kamu kuruluşları, yerel yöneticiler, STK'lar ve medya, ayrı ayrı ve işbirliği içinde konuyla ilgili sorumluluklarını ortaya koyan faaliyetlere girişebilirler. Kendi bölgelerindeki bir namus cinayeti, ya da bir namus cinayeti mağdurunun risk altında yaşamak durumunda kalması, o bölgede yaşayan ve çalışan herkesi (en yetkili kamu görevlilerinden sıradan insanlara dek) rahatsız etmeye başladığında, kimse bu ayıbı taşımak istemediğinde çözüm yolları bulmak da daha kolay olacaktır.

Namus cinayetlerine yol açabilecek durumların engellenmesine yönelik çalışmalar iki grup veya aşama halinde düşünülebilir: Birincisi, kadının (ve erkeğin) bir cinayete kurban gitmesinin engellenmesine yönelik çalışmalar; ikincisi ise daha uzun dönemde, kişilerin ve kurumların çeşitli biçimlerde güçlendirilmesi ve dönüştürülmesine yönelik programlar.

Birinci aşama faaliyetleri arasında şimdiye dek kullanılmış arabuluculuk mekanizmalarının incelenip, bu mekanizmaların kadınların bir mal gibi değiş-tokuşu ve mağduriyetine yol açmadan uygulanabilme koşulları konusunda farklı görüşler geliştirilebilir. Aileler üzerinde saygınlığı olan toplum liderleri, din adamları ve bu konuda deneyimi olan kişiler ile görüşerek, STK'ların da bu tür pazarlık süreçlerinde söz sahibi olması sağlanabilir. Gerek STK'ların, gerekse kadınlara (ve mağdur durumdaki diğer aile fertlerine) bu konuda destek verecek kamu kuruluşlarının etkisinin artması için bu alanda güçlenmeleri, tehdit altındaki kadınları koruyacak, onlara psikolojik destek verecek, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler haline getirecek olanaklara sahip olmaları gerekmektedir. Burada sözü edilebilecek olanaklar ise en başta, kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması konusunda yıllardır kadın kuruluşlarının üzerinde durduğu acil gereksinimler, yani bu durumdaki kadınlara yardımcı olabilecek 24 saat çalışan telefon hatları ve yeterli sayıda, donanımda ve uygun koşullarda kadın sığınaklarıdır. Bunların varlığı, namus cinayetine yol açan nedenleri ortadan kaldırmayacaktır ama yaşam tehdidi altındaki kadınların hayatının kurtulmasına yol açabilecektir. Araştırma sırasında tehdit altındaki kadınların acil bir durumda barınıp, psikolojik destek alabilecekleri istasyonlar ve daha uzun zaman kalabilecekleri sığınaklara olan gereksinim, STK'ların yanı sıra, kendilerine başvuran risk altındaki bazı kadınlara gerektiği gibi yardımcı olamadığını söyleyen bazı emniyet görevlileri tarafından da ifade edilmiştir. Bu tür kurumların ülke düzeyinde yaygınlaştırılıp, sürdürülebilirliği açısından devletin desteğine ve bu alanda devlet-STK işbirliğine gereksinim olduğu da açıktır.

Ikinci aşama faaliyetleri içinde düşünülmesi gerekenler, namus cinayetlerinin uzun dönemde ortadan kalkmasına zemin hazırlayabilecek zihinsel-davranışsal değişikliklere yönelik eğitim programları ve sosyal-kültürel etkinlikler ile bu tür olayların mağdurlarına destek oluşturacak programlardır. Bu çerçevede, gençler ve yetişkinler, çeşitli mesleklerden kişiler (öğretmenler, hukukçu, imam, polis, psikolog, sosyal hizmet uzmanı gibi), kamu görevlileri, yerel yönetim çalışanları ve STK çalışanlarının toplumsal cinsiyet ilişkileri, kadın hakları, kızların erken ve zorla evlendirilmesi, akrabalık evlilikler, aile-içi iletişim, şiddet ve şiddetin sonuçları ve özellikle de namus ve namus cinayetleri gibi konularda özel olarak hazırlanmış eğitim programlarına katılımlarının sağlanması önem taşımaktadır. Her kesime veya meslek grubuna yönelik eğitim programının o grubun ihtiyaçlarına ve çalışma alanına uygun biçimde hazırlanması ve uygulanması gerekmektedir.

STK'ların mahallelerde çalışmaya önem vermesi, mahallelerde ailenin tüm fertleri için faaliyetler içeren merkezlerin STK, kamu kuruluşları ve yerel yönetimlerin işbirliği ile her yerleşim biriminde oranın olanakları ve ihtiyaçları düşünülerek oluşturulması, STK çalışanları arasında çalışma yapılan bölgede konuşulan dilleri bilen kişilerin olması, STK'ların halk arasında güven kazanmasını sağlayarak aile fertlerinin, akrabalık ilişkileri dışında bir dayanışma ağı içine girmesinin yolunu açacaktır. Kurulacak merkezlerde de ailenin tüm fertleri için çeşitli konularda bilgilendirme, eğitim ve danışma faaliyetlerinin yanı sıra, toplumsal ve kültürel etkinlikler ve beceri edinme kursları organize edilebilir. Genç kadınların yanı sıra genç erkekler için de çeşitli sosyal faaliyetlerin düzenlenmesi bu alanda genel olarak varolan bir boşluğu doldurduğu gibi gençlerin arkadaş olmayı öğrenecekleri, farklı ortamlarda karşılaşmalarının yolunu açabilir.
Bu arada, kadınları ve özellikle de genç kızları güçlendirmeye yönelik faaliyetler, onların kendi kararlarının kendilerinin vereceği bireyler olması yönünde büyük önem taşımaktadır . Çeşitli kuruluşlarca düzenlenen, kızların okula gitmesini ve bir meslek edinmesini destekleyen kampanyalar yerel yöneticiler ve STK'larca da desteklenilmelidir. Eğitimi olma, meslek ve iş edinme konusunda kadınların güçlendirilmesi uzun dönemde onları, evleri dışında farklı işler de yapabilen bireyler olarak toplumda görünür kılacak, aile içindeki rollerinin ve toplumsal statülerinin değişmesinde rol oynayabilecektir.

Bu araştırma çerçevesinde görüştüğümüz kişilerin birçoğunun ceza yasasında yapılan değişikliklerin insanları bu tür cinayetlerden caydırabileceği konusuna olumsuz bakmalarına karşın, önemli bir bölümünün de ( bazı meslek sahipleri dahil) yasa değişikliklerinden haberdar olmadığı görülmüştür. Bu durum sadece ceza yasasıyla değil, kadının ve ailenin korunmasını ilgilendiren yasa değişiklikleri ile ilgili olarak da böyledir. O nedenle yasalar ve yasalarda yapılan değişiklikler ve hatta yasanın uygulanması ile ilgili gelişmeler çeşitli biçimlerde halk arasında yaygınlaştırılmalı, bunu yapanlar da sadece STK'lar değil, ayni zamanda kamu kuruluşları ve medya olmalıdır.

Medyanın , özellikle de yerel medyanın tüm bu faaliyetleri kesen ve her alanda varolan gelişmelerden halkı haberdar eden, onlara gerek STK'lar, gerekse diğer kuruluşlar hakkında doğru bilgiler veren; şiddetin ve namus uğruna öldürmenin, insan hakları ile bağdaşmadığını toplum önderleri, din görevlileri, o toplumun sevilen ve sayılan insanları, bilim- sanat-spor dünyasından popüler kişiler kanalıyla farklı boyutlarıyla yansıtmaya çalışan, şiddetle mücadele alanında, eğitim ve meslek edinme alanında, STK faaliyeti alanında iyi örnekleri tanıtan, bilgilendirici, eleştirel ve dönüştürücü bir rolü olmalıdır.

http://www.gencgazeteciler.org/m_rapor.asp

TÜRKİYE - AB İLİŞKİLERİ

TÜRKİYE - AB İLİŞKİLERİ

Türkiye ile Avrupa Birliği'nin ilişkileri 31 Temmuz 1959'da Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu'na yaptığı ortaklık başvurusu ile başlar. AET Bakanlar Konseyi'nin başvuruyu kabul etmesi sonrasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ankara Anlaşması ortaklık yaratan bir anlaşmadır.
Bunu 1970 yılında imzalanan Katma Protokol izlemektedir. Türkiye'nin, sonradan Topluluk üyesi olan birçok ülkeden daha önce Topluluk ile ilişkilerini başlatmış olan bu iki önemli belge, o tarihlerden sonra ve 17 Aralık 2004 tarihli Avrupa Konseyi Sonuç Bildirgesi sonrasında halen devam etmekte olan süreçte Türkiye-AB ilişkilerinin hukuki dayanaklarındandır.

http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=4&l=1

İSVEÇ’İN TÜRKİYE RAPORU AÇIKLANDI (2006)

İSVEÇ’İN TÜRKİYE RAPORU AÇIKLANDI

STOCKHOLM (A.A) - 05.04.2006 - Beyhan Peker Bildiriyor - İsveç
Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'de Avrupa Birliği sürecinde uygulamaya
konan reformların değerlendirildiği bir rapor yayınladı.

İsveç Dışişleri Bakanlığı tarafından bugün açıklanan ''Türkiye
Programı''yla birlikte Türk basın mensuplarına dağıtılan ''Türkiye ile
Kalkınma İşbirliğinin Stratejisi'' adlı 10 sayfalık Türkçe raporda,
bölgesel farklılıkların büyük olmasına karşın Türkiye'nin ekonomik
gelişmesi olumlu bulundu. 2004 yılında Gayrı Safi Milli Hasıla'nın
(GSMH) yüzde 9'luk büyüme oranıyla şu anda dünyanın en yüksek
değerlerinden olduğu vurgulanan raporda, Türkiye'de en çok büyümenin
ihracat sektöründe olduğu belirtildi.

Yabancı ülkelerin Türkiye'deki yatırımlarının ''halen sınırlı
olduğu'' belirtilen raporda, ''Fakat katılım müzakerelerinin yeni
sermaye akışını olumlu etkileyeceği beklenmektedir. Ekonomik
gelişmeler doğru yolda ilerlemekte ve Türkiye 2007 yılına kadar
Maastricht Kriterlerini yerine getirebileceğini ileri sürmektedir''
denildi.

-İŞSİZLİK ORANI YÜKSEK-

''Yine de ekonomik durumun tamamıyla olumlu olduğu söylenemez''
görüşüne yer verilen raporda, ''İşsizlik halen yüksek oranlarda
seyretmektedir ve bölgesel eşitsizlikler bulunmaktadır. Türkiye son
yıllarda yolsuzlukla mücadele yolunda yeni yasalar çıkarmasına karşın,
toplumsal yaşamın birçok alanında yolsuzluk yaygın bir sorun olmayı
sürdürmektedir. Transparency International'ın (Uluslararası Saydamlık
Harekatı Derneği) hazırladığı raporda, örneğin, politikacılar, hukuk
sistemi ve sağlık sektöründe yaşanan yolsuzluklar ele alınmaktadır''
denildi.

Raporda, Türkiye'de gelir dağılımının eşit olmadığı da
savunulurken, Türkiye'nin batısında bazı bölgelerin gelir düzeyinin
Avrupa Birliği ülkeleri düzeyinde olduğu, doğudaki bazı bölgelerin
gelir düzeyinin ise, en az gelişmiş ülkelerin gelir düzeyinde
bulunduğu kaydedildi. İsveç Dışişleri Bakanlığı'nın raporunda,
''Birleşmiş Milletler Programı'nın 2004 yılı İnsanı Gelişme Endeksi
sıralamasında Türkiye, OECD ve AB aday ülkeleri arasında en alt
sıralarda yer almaktadır. Bu listede Türkiye, Arnavutluk, Azerbaycan,
Gürcistan, Rusya ve Ukrayna'dan sonra gelmektedir. Bu sıralamadaki
düşüklük en başta, sağlık ve eğitim hizmetlerinin verildiği kamu
sisteminin verimsizliğinden kaynaklanmaktadır'' görüşleri savunuldu.

-İNSAN HAKLARI-

Raporda, insan hakları konusunda son 2 yılda büyük reformların
başlatıldığının altı çizilirken, ''Daha yapılacak birçok şey olmasına
rağmen gelişmeler olumlu yöndedir. Buna karşın Türkiye'de emniyet
mensuplarının işkence ve aşırı şiddet uygulamaları halen
görülmektedir'' iddiasına yer verildi.
Türkiye'de Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudiler olmak üzere 3 resmen
tanınmış azınlık grubunun bulunduğu belirtilen raporda, bu konuda şu
görüşlere yer verildi:

''Süryani, Asuri, Roman ve Kürtler gibi diğer etnik grupların
resmi azınlık statüleri yoktur. Kürtler nüfusun yüzde 20'sini
oluşturmaktadır. Türkiye'nin her tarafında yaşayan ve tüm toplum
sınıflarda temsilcileri olan bu grubun çoğu Güneydoğu'da yaşamaktadır.
Büyük kentlerin yakınlarındaki gecekondu mahallerinde iç mülteci
konumunda yaşayan Kürtler de vardır.''

-KADINLARIN DURUMU-

Cinsiyetlerarası eşitsizliklerin de sürdüğünün ileri sürüldüğü
raporda, özellikle kadın ve genç kızların haklarının Türkiye'de ihmal
edilen konulardan biri olduğu kaydedildi.
''En büyük yetersizlik sağlık ve eğitim sektöründedir'' denilen
İsveç Dışişleri Bakanlığı'nın raporunda, ''Yoksul bölgelerdeki
kadınların yüzde 65'inin okuryazarlığı yoktur ve kız çocuklarının
ancak yarısı okula gitmektedir. Türkiye'nin batı kesiminde tersine,
okul çağındaki bütün çocuklar okula gitmektedir.
''Parlamentoda kadın temsil oranı yüzde 5'in altında olup, kadın
nüfusun iş gücüne katılma oranı da eşit derecede düşük düzeydedir.
Yasal düzenlemelere karşın namusla ilgili şiddet eylemleri de büyük
bir sorun olmaya devam etmektedir'' denildi.
Raporda, İsveç'in desteklemek amacıyla finanse ettiği projelere de
yer verildi.
Buna göre insan hakları alanındaki çalışmalara sunulan destekle
birlikte İsveç'in çabalarının işkenceyle mücadele, Türk adalet sistemi
ve azınlıkların haklarını içeren kapasiteyi güçlendirme konularına
odaklandığı belirtildi.
Raporda, ''Mütevazı miktarlarda para içermesine karşın, İsveç'in
bulunduğu girişimler somut sonuçlar vermiştir'' görüşleri yer aldı.
İsveç'in ayrım yapmaksızın avukatlara mahkemelerde duruşmaları
incelemek üzere yardım sunduğu belirtilen raporda, ''Türkiye İnsan
Hakları Vakfı (TİHV) senelerden beri işkenceye karşı mücadeleyi
görülebilir hale getirmek ve bu konuda olumlu gelişmeler sağlamakta
önemli bir rol oynamıştır. TİHV'na verilen destek, 2005-2007 döneminde
sona erecektir. Bu desteğin azalmasının nedeni Türkiye'nin işkenceye
karşı uyguladığı 'sıfır toleransın' sonuç vermeye başladığının
anlaşılmasıdır'' denildi.
İsveç'in destek verdiği projeler arasında, İstanbul'daki genç
gazetecilere eğitim amaçlı düzenlenen seminerler de sayıldı. Raporda
ayrıca aynı seminerlerin yerel medya mensuplarına yönelik olarak da
düzenlendiği, ancak Türkiye'de bu alanda yetkili muhatap bulunamadığı
için bu projenin olgunlaşmadan sona erdiği kaydedildi.
İsveç'in Türkiye'de projelere aktardığı kaynağın miktarı da
açıklandı.
Buna göre İsveç, Türkiye'de insan haklarına saygıyı artırmak
amacıyla alınan önlemlere destek amacıyla 1992 yılında 4 milyon İsveç
Kronu aktardı. 2002-2004 döneminde ise İsveç'in bu yöndeki katkısının
60 milyon kronu aştığı kaydedildi.



http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=40336&l=1