AMORAL.MLL.FI.

15 Mart 2008 Cumartesi

namus cinayetlerinde kadın da kaybediyor erkek de

18/11/2007
namus cinayetlerinde kadın da kaybediyor erkek de
Serpil İlgün

Handan İpekçi, 23 Kasım’da gösterime girecek Saklı Yüzler’de yine toplumsal bir yaraya dokunuyor ve aile meclisi kararıyla öldürülmesine karar verilen Zühre’nin hikayesini anlatıyor.


handan ipekçi


Yönetmen, senarist Handan İpekçi’yi birçoğumuz Büyük Adam Küçük Aşk filmiyle tanıyor. İlk yönetmenlik denemesini ‘93’te Kemençenin Türküsü adlı belgeselle gerçekleştiren İpekçi, 1994’te Babam Askerde filmiyle 12 Eylül’ü; 2001’de çektiği Büyük Adam Küçük Aşk’ta ise Kürtçe’den başka dil bilmeyen 5 yaşındaki Kürt Kızı Hejar ile Türkçeden taviz vermeyen 75 yaşındaki yargıç emeklisi Rıfat Bey’in kesişen öykülerini anlatmıştı. Handan İpekçi, 23 Kasım’da gösterime girecek Saklı Yüzler’de yine toplumsal bir yaraya dokunuyor ve aile meclisi kararıyla öldürülmesine karar verilen Zühre’nin hikayesini anlatıyor.

Namus cinayetleri kurbanlarının, Güldünyaların, Şemselerin hangisinin hikayesi sizi etkiledi ve Saklı Yüzler’i ortaya çıkardı?
Aslında hepsi birikti. Üç yıl önce bu işe başladım. Ekonomik nedenlerle tamamlamam çok uzun sürdü. Ama ilk yola çıkışım namus cinayetleri ile ilgili bir belgesel çekmekti. Öldüren kişilerle görüşmek istiyordum. Onların dünyası ilgilendiriyordu beni. Çünkü namus temizleme adına yola çıkıyorlardı. Toplumsal bir rahatlamaya ulaşıyorlardı, girdikleri hapishanelerde itibar görüyorlardı namuslarını temizledikleri için. Ama ben her şartta bu insanların vicdanlarının sızladığına inanıyorum. Çünkü annelerini, eşlerini, kız kardeşlerini ya da teyzelerini öldürüyorlar. O vicdanlarını deşmek istedim. Ama sonra “ne kadar doğru söyleyecekler” diye şüpheye düştüm. Ve vazgeçtim belgesel çekmekten. Sonra belgesel, filme ilham verdi. Ama belgeselden geçici olarak vazgeçtim. Hâlâ çekmek istiyorum.

Dicle Üniversitesi’nce geçtiğimiz yıl yapılan bir araştırma, namus cinayeti işleyip cezaevine girenlerin pişman olmadığını ortaya çıkarmıştı. Bu tür araştırmalar filminize nasıl yansıdı?
Yapılan araştırmaları takip ediyorum tabii. Yazılan kitapları okuyorum. Senaryo yazma sürecinde okudum. Hâlâ da elime geçtikçe takip ediyorum. Benim karakterlerimde hepsini bulabilirsiniz. Pişman olanı da olmayanı da. Ama sonunda filmdeki bütün karakterler kaybediyor. Yani namus cinayetlerinde kadın da kaybediyor erkek de. Ben projeyi hazırlarken bu mantıkla yola çıktım. Sadece kadınlar değil, bu işte erkekler de kaybediyor çünkü sonuçta birbirini bütünleyen iki yarı kadın ve erkek. Birbirlerini, yani bir erkek kendi yarısını öldürüyorsa annesini, karısını ya da kardeşini, onun sağlıklı olması mümkün değil diye düşünüyorum. Yani giderek hastalıklı bir toplum oluştuğunu düşünüyorum. Dolayısıyla filmde kazanan yok.

Filmin geçtiği mekanlardan biri de Urfa Hilvan. Urfalılar filminizin konusunu duyunca nasıl tepkiler verdiler?
Bir kere o yörenin insanı, yani sadece Urfa değil, Mardin’e de gitseniz, Diyarbakır’a da gitseniz o insanlar namus cinayetleriyle anılmak istemiyorlar. Çünkü onları yaralayan bir şey. Ama tabii ki o yörenin ve Türkiye’nin bir gerçeği. Benim özel bir durumum vardı. Büyük Adam Küçük Aşk filmlerinden tanıdıkları için insanların bana karşı özel sevgileri vardı. Ve namus cinayetlerinin olmaması gerektiğini onlar da fark ediyorlar. Çok yardımcı oldular o anlamda. Ama yardımcı olan insanlar, kendi yakınlarında böyle bir durum olduğunda nasıl tavır alacaklar onu bilmiyorum. Çünkü yaşamak farklı bir olay biliyorsunuz. Yardımcı olanlardan biri senaryoyu aldı örneğin, iş bittikten sonra okumadı. “Filmi izleyip sonra okuyacağım” deyip duvara astı.

Namus cinayetlerine kurban giden kadınların öykülerine baktığımız zaman yaşları kaç olursa olsun hepsinin geleneklere ve baskılara uymayan, itiraz eden, başkaldıran kadınlar olduğunu görüyoruz. Saklı Yüzler’deki Zühre de böyle bir karakter mi?
Evet, bunun özellikle olmasını istedim. Yüzü şehre dönük bir karakter Zühre. Feodal ilişkileri yaşıyor ama o ilişkilerin çok üstüne çıkmış bir karakter. İsyankar bir karakter. Sonunda ne oluyor, onu da filmde görelim!

Mekan ararken, bölgedeki birçok şehir ve kasabada dolaşmışsınız. Namus cinayetlerine kadınlar nasıl bakıyor? Bu “başkaldırma”yı ne kadarı anlıyor, ya da onaylıyorlar?
Kadınlarla çok fazla konuşamadım. Yani genel olarak şöyle düşünüyorlar diyemiyorum. Ama tabii ki oradaki baskıları çok yoğun yaşıyorlar. Birde kadınlar da suçlu aslında bu işte. Özellikle de anneler. Çocuğunun ölümüne göz yumuyorsa, sessiz kalarak onay veriyorsa, kadınların da bu işten sorumlu olduklarını düşünüyorum.

Namus cinayetlerinin Doğuya, yani Kürtlere özgü olduğu tartışması yaşanmıştı. Ama yapılan araştırmalar bu algının doğru olmadığını gösteriyor. Zira, namus cinayetlerinin en çok işlendiği bölge Ege. Sizin de filminiz Doğu’da başlayıp, Batıya ta Almanya’ya taşınıyor. Öyküyü Almanya’da sürdürmek, biraz da bu algıya bir eleştiri mi?
Namus cinayetleri eşittir Kürtler yapıyor mantığı çok yanlış. Namus cinayetlerini belli bir etnisiteye ya da belli bir dine indirgemek çok yanlış bir şey. Böyle yorumlamak, meselenin özünü kavramamak diye düşünüyorum. Bence namus cinayetlerini esas tetikleyen şey, Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan feodal ilişkiler. Ağalık ve aşiret ilişikleri. Siz bu ilişkileri kıramadığınız sürece ve o bölgede yaşayan insanlar birey olduklarını fark etmedikleri sürece bunlar yaşanacaktır diye düşünüyorum. Çünkü bir ağa ya da aşiret reisinin gösterdiği partiye oy veriyorlarsa oradaki insanlar, kendilerinin birey olduklarının farkında değillerse ya da “namusumuz kirlendi, temizlememiz gerek” denildiğinde gidip bir insan öldürülebiliyorsa ya da kan davası güdülebiliyorsa, burada kulluk var, bireylik yok. Kendilerinin erkeğiyle kadınıyla birey olduğunun farkına vardırarak namus cinayetlerinin kökünü kazıyacağız diye düşünüyorum. Yani etnik mesele değil bu. Tamamen oradaki üretim ilişkilerinden kaynaklanan bir şey.
Namus cinayetleri sadece o yörelerde işlenmiyor, Batıda da yaşanıyor. İstanbul namus cinayetlerinin en fazla işlendiği şehir. Geldiği yöreye göre oranladığımız zaman yine Doğudan Güneydoğudan gelen insanlarla karşılaşıyoruz ama oraya özgü değil. Benim hatırladığım bir olay var. Yozgatlı bir baba, ortaokuldaki kızı bir erkekle arkadaşlık ediyor diye tarlada boğazını kesmişti. Gazetelere yansıyan bir olaydı bu. Yani başka yerlerde de yaşanıyor aynı şeyler. Tabii ki bir sürü kadın derneği var, mücadele ediyorlar ama daha çok yapılacak şey var diye düşünüyorum.

Neler yapılabilir?
Sorun büyük aslında. Yani tabii ki eğitimin de çok faydası var. Cezalar da ağırlaştı biliyorsunuz 2005 yılından itibaren. Ama ’70’lerde başlasaydık, yani biz bunu 30-40 yıl önce yapmış olsaydık, belki bugün namus cinayetlerini konuşmuyor olurduk. O yöreyi kalkındırsaydık, kızlarımızın, erkeklerimizin eğitimine ağırlık verseydik, bu sorunu bugün konuşmuyor olacaktık.

Soruna müdahale yollarından biri de sinema. Türk sineması bu müdahaleyi ne kadar yapıyor?
Genel olarak bir ticarileşme olduğu için sinemada, insanların kendi bildikleri, inandıkları yolda yürümeleri, kendi düşünceleri doğrultusunda film yapmaları giderek zorlaşıyor. Çünkü gerek yapımcılar, gerek televizyon kanalları belli bir yöne doğru kanalize etmeye çalışıyorlar sinemacıları. Belli kadrolar, medyatik oyuncular kadrosu, belli konular. O konuların dışına çıktığınızda filminizi satamıyorsunuz, yapımcı bulamıyorsunuz, giderek zorlaşıyor. O zaman da kendiniz yapımcılık yapmak üzere yola çıkıyorsunuz. Yani direkt olarak empoze edilmiyor “şu konuda film yapmayın” diye. Ama o yolun çok dikenli ve zahmetli olmasından dolayı insanlar belki yapmak istediklerini yapamayabiliyorlar.

Ekonomik baskılar dışında, örneğin militarist ve milliyetçi söylemin yeniden yükseldiği, barışı savunmanın zorlaştığı böylesi dönemler de etkili oluyor denebilir mi?
Tabii olabilir. Yükselen milliyetçi dalga işlerini erteletebiliyordur, insanları geri çekebilir.

Memleketin yaralarına dokunan filmler yapıyorsunuz. Ama filmlerinizin arası oldukça uzun. Bu durum, toplumsal yaralara dokunan bir yönetmen olmakla ne kadar ilgili?
Evet, memleketin yaralarına dokunan bir yönetmen olduğum söylenebilir. Ama kişisel filmler de yapmak istiyorum. Belki onların da arka planlarında toplumsal meseleler olacak ama kişisel filmler de yapmak istiyorum. Yani kendimi şöyle bir köşeye sıkıştırmak istemiyorum: “Politik filmlerin yönetmeni.” O zaman kendimi gerçekten köşeye sıkışmış hissederim. Daha geniş bakmak istiyorum. Tabii ki belli bir dünya görüşüm var, olayları yorumluyorum ama kişisel film yapmak gibi bir isteğim de var.
Sık film yapamamanın en büyük nedeni ekonomik zorluklar. Sinema yapmak pahalı bir sanat. Bizim de paramız yok. Oyuncumuzdan, görüntü yönetmenimizden paralarını vizyonda almalarını rica ederek ancak işe girebiliyoruz. Sağ olsunlar onlar da bize inanıyorlar ve filmlerimizi ancak böyle çekebiliyoruz. Ben de isterim her sene bir film çekmiş olmayı. Malzeme çok çünkü. Yani Türkiye gibi bir ülkede yaşamak bir avantaj. Keşke tabii namus cinayetleri işlenmesin, insanlar birbirlerini öldürmesin. Bunları istemeyiz ama bunlar aynı zamanda bize malzeme veriyor. O anlamda zengin bir ülkede yaşıyoruz.

Son yıllarda çekilen film sayısının artmasının, sevindirici olduğu söyleniyor. Ama nitelik dediğimizde çok da sevineceğimiz bir manzara yok. Fotoğrafa bu açıdan bakınca, Türk sinemasını ticari baskılar yönlendiriyor diyebilir miyiz?
Sinemada, bir kendi yolunda giden sinemacılar var, bir de ticari film yapanlar. Ticari filmleri de ben ikiye ayırıyorum; bir kaliteli filmler. Kaliteli film yapan insanlar var. Düzgün filmler yapıyorlar, para da kazanıyorlar, kazansınlar. Çünkü bu bizim de önümüzü açıyor, filmlerimizin vizyona girmesini sağlıyor. Bir de televizyonlardaki düşük beğeni düzeyini sinemaya taşıyan yapımcılar var. Yani kalitesiz oyuncularla, kalitesiz senaryolarla ve seyirciyi tembelliğe alıştıran o dizi mantığıyla sinema yaptıklarını iddia eden yapımcılar var. Bu kötü. Çünkü bu mantık sinemayla barışan izleyiciyi tekrar sinemadan soğutabilir.

Namus cinayetleri dizilere de konu oldu. Ancak bu diziler sorunu ele alışları nedeniyle eleştiriliyor. Siz neler söylersiniz?
Dizileri seyredemiyorum, o kadar zamanım yok. Denk geldikçe bakabiliyorum. Ama dizi mantığında zaten konuları çabuk tüketme mantığı var. Mesela Sıla dizisi var, reytingi yüksek olanlardan. Baştan sona izleyemediğim için bir şey söylemem mümkün değil ama her halükarda konunun gündeme taşınması olumlu diye düşünüyorum, insanların dikkatini çekmesi açısından. Ama orda gördüğünü ayrıca para verip sinemada seyrederler mi, bilmiyorum. Bu bizim için bir dezavantaj olabilir.

Peki Handan İpekçi’ye gereken kıymeti veriyor muyuz? Ne hissediyorsunuz içinize baktığınızda?
Şu duyguyu çok sık hissediyorum. Uçmak istersiniz ama birileri sizi eteklerinizden tutup aşağıya doğru, dibe doğru çekmek isterler. Sette çalışırken de, gündelik hayatımda da bu duyguyu çok sık yaşıyorum. Bu, herhalde ne demek istediğimi anlatıyordur.

Saklı Yüzler’den sonra sırada ne var?
İlk filmimi yaptıktan sonra yazdığım bir senaryom var. O da yine kadın sorunu ile ilgili bir film. Çok pahalı bir proje olduğu için onu hep erteliyorum. İsmi Güvercin Karakterli Kadın. Senaryonun yüzde doksanı tamam. Keşke seneye hayata geçirebilsem diye düşünüyorum ama çok zor. Bir de yapmak istediğim bu proje, hem benim gerçekten çok canı gönülden yapacağım bir proje, hem de star sistemine uygun. Ben star sistemine uygun bir senaryo yazayım diye yola çıkmadım ama proje ona uygun ve ticari şansı var. Yapımcı daha kolay bulurum diye düşünüyorum!

Hiç yorum yok: