AMORAL.MLL.FI.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Berdel Buralarda Fırat hüzünlü akar.

Berdel
Buralarda Fırat hüzünlü akar. Buralarda sevdiklerine kavuşamayanların ağıtlarını Fırat dinler. Fırat’ın isyanını, etrafındaki tepeler zor zapteder. Ama Fırat’a sığınıp kendini suya bırakanlara Fırat hiç acımaz. Sevdiklerine kavuşamayanların, onlar için ekmekten sudan kesilenlerin, terk-i diyar edenlerin, küsüp de gidip gelmeyenlerin tanığı; Fırat’tır.
Buralarda bir gelenek vardır. Erkekler evlenmek için başlık parası biriktirmek zorundadırlar. Sevdiklerini alamayanlar tepelere çıkıp Fırat’ı dertlerine ortak etmeye çalışırlar. Fırat kıvrıla kıvrıla akar da bana mısın demez.
Zenginler için bu gelenek çok güzel olmalı ki bunca yıldır bu gelenek kaybolmamış. Kaybolmamış çünkü parayı verdin mi; istediğin kızı alırsın. Varsıllar yakışıklı delikanlılara meydanı boş bırakmazlar. Nerede güzel bir kız var; hemen kaparlar. Tanrı buralarda yoksul erkekleri yaratmış ki çirkin kızlar evde kalmasın. Yine buralarda Tanrı güzel kızları yaratmış ki varsıllar, ağalar, beyler, Allah’ın sevgili kulları gönüllerince eğlensinler diye.
Nice yaşlı ağalar, beyler üçüncü dördüncü evliliklerini körpecik güzel kızlarla bu gelenek sayesinde yapmışlardır. Bazen çocuklara kocaman kızlar, bazen de kocaman erkeklere çocuk yaştaki kızlar düşebilirdi. Bu yüzden trajikomik olaylara da rastlanırdı.
Yoksul yakışıklı genç erkekler sevdiklerinin başlık parasına güçleri yetmediğinden; yüreklerine inat Adana, Mersin, İstanbul gibi büyük şehirlere giderler. Oralarda çalışır paralarını tamamlayabilirlerse: dönüp gelirler. Döndüklerinde de sevdiklerini ya ağa almıştır, ya da Fırat… Paralarını tamamlayamayanlar ise sevdiklerinden vaz geçip oralarda gurbet türküleriyle sevda türküleriyle ömür çürütürler. Bu kim bilir kaç göbek devam etti ve kim bilir kaç göbek daha devam edecektir?
Adıyaman - Urfa sınırını çizen Fırat Nehri’nin kenarında, evleri birbirine yaslanmış ufak bir köy vardı. Her köyde olduğu gibi burada da yoksul kendi halinde bir aile yaşamaktaydı. Evin oğlu askerliğini yapıp gelmişti. Evlenmeyi anasının ak sütü gibi hak etmiş, fakat başlık parası bulunamadığı için bir türlü evlenememişti..
Baba ve ana kara kara düşünüyor, kendilerinden bekleneni yerine getiremedikleri için suçluluk duyuyor işin içinden bir türlü çıkamıyorlardı. Gerçi az da olsa tarlaları vardı. Fakat düğünde yapacakları masrafları ancak karşılardı.
Kızlarının bir kısmeti çıksa, oradan alacakları parayla başlık parasını vereceklerdi. Ama kızları güzel olmadığı gibi bir tahtası da noksandı. “Ah para ah!” dedi. Para olsaydı tahta noksanlığı vız gelirdi. Eksik tahtaların yerini bol verilen çeyiz kapatırdı. Kaplama macunu gibi olan para pislikleri en iyi şekilde temizler ve kapatırdı.
Şimdiye kadar, ancak bir tane kısmetlisi çıkmıştı kızlarının. Ona da kısmet denirse. Başlık diye verilen bu paranın en az on katı ile ancak oğullarına bir kız alabilirlerdi. Bu kadar da yok pahasına kız mı verilirdi. Evde kalsın daha iyi. Yevmiyeye gider gelir.
Anayla baba derin düşüncelerden sonra “berdel” dediler. Evet en iyisi berdel yapmaktı. Berdel sayesinde üste para vermeden oğullarını everebilirlerdi. “Ama köyde bizimle kimse berdel yapmaz.” dediler. Kızlarının kalitesi ortadaydı. “Tek çare başka köylerde kısmet aramaya çıkmak…” diye düşündüler.
Baba, köyün güzellerini şöyle bir gözden geçirdi. Köylerinde çok güzeller vardı. Parası olsaydı çifte düğün yapardı. Bir oğluna bir de kendine. Paranın gözü kör olsun. Bir erkeğe bir avrat; olacak şey mi be? Bunun hastalığı var, ihtiyarlığı var, sonra nefistir insanın gönlü bir çiçek koklamayla doymuyor ki. Bizim bu yaşantımız da yaşantı mı ki ? dedi göğüs geçirerek. Adaletsiz dünya. Ellere inek saydırır bize gelince sinek.
“Sonuçta berdele karar verildi. Ah keşke bir kızı daha olsaydı ; onu da kendisi için berdel ederdi. Ama elde var, bir kız . “ Yukarıda Allah var,” dedi. “Önce oğlumun hakkı.”
Ertesi günü su kabaklarıyla Fırat’ı geçti. Karşı yakadaki köye konuk oldu. Ev sahibi de kendisi gibi yoksuldu. “Yoksulu ancak yoksul konuk eder.” dedi. Hoş beşten sonra ev sahibi ziyaretin amacını sordu. Bizimki:
-Valla ,dedi. Şöyle taa Urfa’ya kadar geze geze, araştıra araştıra gideceğim. Kız arıyorum kız! Berdel yapacağım. Bir oğlum bir de kızım var. Berdel yapmak isteyen birini buluncaya kadar dönmeyeceğim. Ne yapalım? Ayıp değil ya paramız yok.
Ev sahibi sinsice gülerek:
-Benim de bir kızım var, dedi. Ama oğlum yok. Vardı olmasına vardı ama hepsi de öldü. Kimi vuruldu; öldü. Kimi de hastalandı; öldü. Yalnız bir tanesi sağ. O da mahpusta. Onun için yok dedim. Takdir-i İlahi. Her neyse. İstersen berdeli benimle yap. Hiç uzaklara gitme.
Bizimki şaşkın bir durumda:
-Ama oğlum yok dedin. Kızımı kime alacaksın? Yoksa mahpustaki oğluna mı?
Ev sahibi iki gözünü sonuna kadar ayırarak:
-Bana !dedi. Ben alacağım! Olmaz mı? Sen alacağın kızı bilirsin. Kızını ha oğluma almışım ha kendime. Senin için değişen bir şey var mı?
- Hayır yok.
- Öyleyse anlaştık mı?
- Anlaştık.
Tokalaştılar. “Hayırlı uğurlu olsun!” dediler. “ Allah’ın dediği olur.”
Bizimki hiç uzaklara gitmeden bu işi hal etme sevinciyle oradan ayrılıp köyüne döndü. Adama imrenmişti: “Elin adamı nasıl da bir daha evleniyor. Hem de kız oğlan kızla. Adam en az yetmiş yaşında var. Adam Allah’ın sevgili kuluymuş.” dedi. “Nerede bizde o şans.”
Kararlaştırılan gün kızlarını hazırladılar. Kız evdekilerle vedalaştı. Babası kızını bohçasıyla birlikte lastik tekerin üzerine koydu. Kendisi de Fırat’a girip, bir eliyle lastiği iteliyor, diğer eliyle suya kulaç atıyordu. Aynı dakikalarda karşı tarafta da aynı uğraşılar yapılıyordu. Fırat’ın tam ortasında iki adam, kızları (altlarındaki lastiklerle birlikte) değiştirip yeniden köylerine döndüler. Lastik ; kendi verdiği lastikten daha eskiydi ama: “Olsun.” dedi. “Benim de kızın bir tahtası noksan değil mi ?”
Davul zurna çaldı. Yemekler yendi. Silahlar patladı. Gerçi bütün bu yapılan masraflar; sonradan bir tarlanın satılması sonucunu doğuracaktı. Yine: “Olsun!” dedi. “İnsan, ömründe ancak bir, ya da iki, bilemedin üç kere evlenir.” Şu düğüne gelenler “Aferin be adama! Helal olsun!” demiyorlar mı? Hatta belki de: “Tam manasıyla bir düğün yaptı, şu bizim çulsuz İbram.” demiyorlar mı? “Bu da adam olana yeter,” dedi.
Başkalarından geri kalmamıştı. Başkaları tarafından ayıplanmamıştı. Bir tarla değil mi? Oğlum mahpustan çıkınca gider çalışır kazanır.
Yaşantımızda zorunlu olan bazı sosyal törenlerde bir çok fakir fukarayı sadece “başkalarından geri kalmamak” ve başkaları tarafından “ayıplanmamak” düşüncesiyle harcanan paraları kendileri için daha acil ve daha önemli, daha faydalı yerlere harcamaktan alıkoyan şey nedir? Her halde “fukara gururu” dur.
Bu yörelerin bir geleneği daha vardır. Yeni gelinler kayınbabasına, kayınlarına, ailenin diğer büyüklerine gelinlik yaparlar. Yani yanlarında konuşmazlar, yemez-içmezler, sorulan sorulara başlarını sallayarak evet ya da hayır diyebilirler. Hatta anlatırlar, bilmem ne kadar doğrudur. On yıllık bir gelin, ölüm döşeğinde son nefesinde şahadet getirmek için gözleriyle kayınbabasının dışarıya çıkartılmasını istemiş. Kayınbabası da dışarıya çıkar çıkmaz gelin şahadet getirip ölmüş.
Bu gelenek de yıllardır devam etmiştir. Neden mi? Baskılarla susturulmuş toplum, kendilerine uygulanan baskıyı kendi aile yaşantılarına uygulamıştır. Başlık parasıyla gelen gelinler de bu yüzden konuşturulmazlar. Konuşturulmayan kesime mutlaka haksızlık yapılıyor demektir. Susturulmuş yerlerde adaletsizlikler vardır. Çoğunlukla buralarda kızlar sevdiklerine değil uygun görülene verilmiştir. Ya da adamın bilmem kaçıncı karısı olmuştur. Bu konuşmama ya da konuşturtmama adeti yukarıda söylediğimiz başlık parası geleneğini tamamlayan gelenektir.
Düğünün üçüncü günü akşamı el ayak çekildi. Yeni gelin hazırlanan odasına götürüldü. Zaten bir göz odaları vardı. Oda, ince uzundu. Gelin ile damadın yatakları odanın üst tarafına, baba ile ananın yatakları odanın kapı tarafına serildi. Odanın ortasına bir ip gerip üzerine çul, çarşaf astılar. Herkes yatağına girdi.
Sabah ezanı okunurken baba: “Hanım kalk kalk!” dedi. “Sabah oldu . Kalk da hazırlık yap; su ısıt.”
Kaynana kalkmak üzere homurdanırken çarşafın diğer tarafındaki yeni gelinin gevrek sesi işitildi:
-Yok emmi yok! dedi. Daha sabah olmadı!
Baba bu sıvışık konuşma karşısında şaşırdı. Kendi kendine: “Allah Allah”dedi.”Bu neydi başımıza gelen! Daha, akşam gelen bu gelin, daha ilk gecesi olan bu gelin; nasıl oluyor da kırk yıllık arkadaşıymış gibi kendisiyle böyle konuşabiliyordu? Duyan da asker arkadaşı zannedecekti. Daha bu gelin, en az on, hatta on beş yıl yanında konuşmamalıydı. “Neyse olan oldu.” dedi. “Oldu da nereden biliyor sabah olmadığını bu karanlıkta acaba ?”diye düşündü. Ve o da gelinine doğru seslenerek:
-Peki kızım! dedi. Nereden biliyorsun sabah olmadığını?
Yeni gelin çarşafın arkasından bilgeç bir tavırla yeniden bağırarak:
-Emmi! Emmi! dedi. Sabah olsaydı; sıçasım gelirdi.
Baba: “Eyvah!!”dedi. “Meğer biz akıllı kızı vermişiz de deli kızı almışız. Bir de üstelik yeni lastik verdik, eski lastik aldık. Olan bizim lastiğe oldu.”

Hiç yorum yok: